ATOM MUCİZESİ
HARUN YAHYA –
ADNAN OKTAR
YAZAR
HAKKINDA
Harun Yahya müstear
ismini kullanan yazar Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta ve
lise öğrenimini Ankara'da tamamladı. Daha sonra İstanbul Mimar Sinan
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde ve İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümü'nde öğrenim gördü. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi
konularda pek çok eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin
sahtekarlıklarını, iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı
ideolojilerle olan karanlık bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri
bulunmaktadır.
Harun Yahya'nın eserleri
yaklaşık 40.000 resmin yer aldığı toplam 55.000 sayfalık bir külliyattır ve bu
külliyat 73 farklı dile çevrilmiştir.
Yazarın müstear ismi,
inkarcı düşünceye karşı mücadele eden iki peygamberin hatıralarına hürmeten,
isimlerini yad etmek için Harun ve Yahya isimlerinden oluşturulmuştur. Yazar
tarafından kitapların kapağında Resulullah (sav)'in mührünün kullanılmış
olmasının sembolik anlamı ise, kitapların içeriği ile ilgilidir. Bu mühür,
Kuran-ı Kerim'in Allah'ın son kitabı ve son sözü, Peygamberimiz (sav)'in de
hatem-ül enbiya olmasını remzetmektedir. Yazar da, yayınladığı tüm
çalışmalarında, Kuran'ı ve Resulullah (sav)'in sünnetini kendine rehber
edinmiştir. Bu suretle, inkarcı düşünce sistemlerinin tüm temel iddialarını tek
tek çürütmeyi ve dine karşı yöneltilen itirazları tam olarak susturacak
"son söz"ü söylemeyi hedeflemektedir. Çok büyük bir hikmet ve kemal
sahibi olan Resulullah (sav)'in mührü, bu son sözü söyleme niyetinin bir duası
olarak kullanılmıştır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir.
Nitekim Harun Yahya'nın
eserleri Hindistan'dan Amerika'ya, İngiltere'den Endonezya'ya, Polonya'dan
Bosna Hersek'e, İspanya'dan Brezilya'ya, Malezya'dan İtalya'ya, Fransa'dan
Bulgaristan'a ve Rusya'ya kadar dünyanın daha pek çok ülkesinde beğeniyle
okunmaktadır. İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce,
Urduca, Arapça, Arnavutça, Rusça, Boşnakça, Uygurca, Endonezyaca, Malayca,
Bengoli, Sırpça, Bulgarca, Çince, Kishwahili (Tanzanya'da kullanılıyor), Hausa
(Afrika'da yaygın olarak kullanılıyor), Dhivehi (Maldivlerde kullanılıyor),
Danimarkaca ve İsveçce gibi pek çok dile çevrilen eserler, yurt dışında geniş
bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilmektedir.
Dünyanın dört bir
yanında olağanüstü takdir toplayan bu eserler pek çok insanın iman etmesine,
pek çoğunun da imanında derinleşmesine vesile olmaktadır. Kitapları okuyan,
inceleyen her kişi, bu eserlerdeki hikmetli, özlü, kolay anlaşılır ve samimi
üslubun, akılcı ve ilmi yaklaşımın farkına varmaktadır. Bu eserler süratli etki
etme, kesin netice verme, itiraz edilemezlik, çürütülemezlik özellikleri
taşımaktadır. Bu eserleri okuyan ve üzerinde ciddi biçimde düşünen insanların,
artık materyalist felsefeyi, ateizmi ve diğer sapkın görüş ve felsefelerin
hiçbirini samimi olarak savunabilmeleri mümkün değildir. Bundan sonra
savunsalar da ancak duygusal bir inatla savunacaklardır, çünkü fikri
dayanakları çürütülmüştür. Çağımızdaki tüm inkarcı akımlar, Harun Yahya
Külliyatı karşısında fikren mağlup olmuşlardır.
Kuşkusuz bu özellikler,
Kuran'ın hikmet ve anlatım çarpıcılığından kaynaklanmaktadır. Yazarın kendisi
bu eserlerden dolayı bir övünme içinde değildir, yalnızca Allah'ın hidayetine
vesile olmaya niyet etmiştir. Ayrıca bu eserlerin basımında ve yayınlanmasında
herhangi bir maddi kazanç hedeflenmemektedir.
Bu gerçekler göz önünde
bulundurulduğunda, insanların görmediklerini görmelerini sağlayan,
hidayetlerine vesile olan bu eserlerin okunmasını teşvik etmenin de, çok önemli
bir hizmet olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu değerli eserleri
tanıtmak yerine, insanların zihinlerini bulandıran, fikri karmaşa meydana
getiren, kuşku ve tereddütleri dağıtmada, imanı kurtarmada güçlü ve keskin bir etkisi
olmadığı genel tecrübe ile sabit olan kitapları yaymak ise, emek ve zaman
kaybına neden olacaktır. İmanı kurtarma amacından ziyade, yazarının edebi
gücünü vurgulamaya yönelik eserlerde bu etkinin elde edilemeyeceği açıktır. Bu
konuda kuşkusu olanlar varsa, Harun Yahya'nın eserlerinin tek amacının
dinsizliği çürütmek ve Kuran ahlakını yaymak olduğunu, bu hizmetteki etki,
başarı ve samimiyetin açıkça görüldüğünü okuyucuların genel kanaatinden
anlayabilirler.
Bilinmelidir ki, dünya
üzerindeki zulüm ve karmaşaların, Müslümanların çektikleri eziyetlerin temel
sebebi dinsizliğin fikri hakimiyetidir. Bunlardan kurtulmanın yolu ise,
dinsizliğin fikren mağlup edilmesi, iman hakikatlerinin ortaya konması ve Kuran
ahlakının, insanların kavrayıp yaşayabilecekleri şekilde anlatılmasıdır.
Dünyanın günden güne daha fazla içine çekilmek istendiği zulüm, fesat ve
kargaşa ortamı dikkate alındığında bu hizmetin elden geldiğince hızlı ve etkili
bir biçimde yapılması gerektiği açıktır. Aksi halde çok geç kalınabilir.
Bu önemli hizmette öncü
rolü üstlenmiş olan Harun Yahya Külliyatı, Allah'ın izniyle, 21. yüzyılda dünya
insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa, doğruluk ve adalete,
güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.
OKUYUCUYA
l Bu kitapta ve diğer çalışmalarımızda evrim
teorisinin çöküşüne özel bir yer ayrılmasının nedeni, bu teorinin her türlü din
aleyhtarı felsefenin temelini oluşturmasıdır. Yaratılışı ve dolayısıyla Allah'ın
varlığını
inkar eden Darwinizm, 150 yıldır pek çok insanın imanını kaybetmesine ya da kuşkuya
düşmesine neden olmuştur. Dolayısıyla bu teorinin bir aldatmaca olduğunu gözler önüne sermek
çok önemli bir imani görevdir. Bu önemli hizmetin tüm insanlarımıza ulaştırılabilmesi
ise zorunludur. Kimi okuyucularımız belki tek bir kitabımızı okuma imkanı
bulabilir. Bu nedenle her kitabımızda bu konuya özet de olsa bir bölüm ayrılması uygun görülmüştür.
l Belirtilmesi gereken bir diğer husus, bu kitapların
içeriği ile
ilgilidir. Yazarın tüm kitaplarında imani konular, Kuran ayetleri doğrultusunda anlatılmakta,
insanlar Allah'ın ayetlerini öğrenmeye ve yaşamaya davet
edilmektedirler. Allah'ın ayetleri ile ilgili tüm konular, okuyanın aklında
hiçbir şüphe veya soru işareti bırakmayacak şekilde açıklanmaktadır.
l Bu anlatım sırasında kullanılan samimi, sade
ve akıcı üslup ise kitapların yediden yetmişe herkes tarafından rahatça anlaşılmasını
sağlamaktadır.
Bu etkili ve yalın anlatım sayesinde, kitaplar "bir solukta okunan
kitaplar" deyimine tam olarak uymaktadır. Dini reddetme konusunda kesin
bir tavır sergileyen insanlar dahi, bu kitaplarda anlatılan gerçeklerden
etkilenmekte ve anlatılanların doğruluğunu inkar edememektedirler.
l Bu kitap ve yazarın diğer eserleri, okuyucular
tarafından bizzat okunabileceği gibi, karşılıklı bir sohbet ortamı şeklinde de okunabilir. Bu
kitaplardan istifade etmek isteyen bir grup okuyucunun kitapları birarada
okumaları, konuyla ilgili kendi tefekkür ve tecrübelerini de birbirlerine
aktarmaları açısından yararlı olacaktır.
l Bunun yanında, sadece Allah'ın
rızası için yazılmış olan bu kitapların tanınmasına ve okunmasına katkıda
bulunmak da büyük bir hizmet olacaktır. Çünkü yazarın tüm kitaplarında ispat ve
ikna edici yön son derece güçlüdür. Bu sebeple dini anlatmak isteyenler için en
etkili yöntem, bu kitapların diğer insanlar tarafından da okunmasının teşvik edilmesidir.
l Kitapların arkasına yazarın diğer eserlerinin tanıtımlarının eklenmesinin ise
önemli sebepleri vardır. Bu sayede kitabı eline alan kişi, yukarıda söz ettiğimiz özellikleri taşıyan ve
okumaktan hoşlandığını umduğumuz bu kitapla aynı vasıflara sahip daha birçok eser olduğunu görecektir. İmani ve
siyasi konularda yararlanabileceği zengin bir kaynak birikiminin bulunduğuna şahit olacaktır.
l Bu eserlerde, diğer bazı eserlerde
görülen, yazarın şahsi kanaatlerine, şüpheli kaynaklara dayalı izahlara,
mukaddesata karşı gereken adaba ve saygıya dikkat edilmeyen üsluplara, burkuntu
veren ümitsiz, şüpheci ve ye'se sürükleyen anlatımlara rastlayamazsınız.
Bu
kitapta kullanılan ayetler, Ali Bulaç'ın hazırladığı
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
"Kur'an-ı Kerim ve Türkçe Anlamı" isimli mealden alınmıştır.
Birinci
Baskı: Kasım 1999 / İkinci Baskı: Mart 2006
Üçüncü Baskı: Mayıs 2007 / Dördüncü Baskı: Aralık 2013
Üçüncü Baskı: Mayıs 2007 / Dördüncü Baskı: Aralık 2013
ARAŞTIRMA
YAYINCILIK
Kayışdağı
Mah. Değirmen Sok. No: 3
Ataşehir
- İstanbul Tel: (0 216) 660 00 59
Baskı: Milsan Basın San.
A.Ş.
Cemal
Ulusoy Cad.38/A Bahçelievler - İstanbul
Tel:
(0 212) 471 71 50 / milsanbasin@gmail.com / Mat sertifika:
12169
www.harunyahya.org
- www.harunyahya.net
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ........................................................................................... 8
1. BÖLÜM: Atomun Oluşum Serüveni.................................... 10
2. BÖLÜM:
Atomun Yapısı...................................................... 38
3. BÖLÜM: Maddeye Giden
İkinci Basamak: Moleküller...................................................... 68
İkinci Basamak: Moleküller...................................................... 68
4. BÖLÜM:
Canlanan Atomlar................................................. 92
5. BÖLÜM:
Atomun Gücü...................................................... 104
SONUÇ.................................................................................... 118
6. BÖLÜM:
Evrim Yanılgısı................................................... 122
GİRİŞ
İnsanoğlu
içinde yaşadığı dünyada "ne", "nasıl" ve "ne
şekilde" gibi pek çok sorunun cevabını aramakta, ancak bu soruların
ardından oldukça kısa bir yol katedebilmektedir. İnsanın iç içe yaşadığı
olağanüstü düzen ve denge hakkında kendisine 'neden?' sorusunu sormadığı sürece
gerçeğe ulaşacak bir mesafe katetmesi mümkün değildir.
Bu
kitapta, canlı-cansız her şeyin temeli olan "atom" konusunu ele
alacağız. Atom hakkında nelerin, nasıl ve ne şekilde gerçekleştiğini
inceledikten sonra, "neden" sorusunun cevaplarını arayacağız. Bizi,
peşinde olduğumuz mutlak gerçeğe ulaştıracak olan işte bu son sorunun cevabı
olacaktır.
19.
yüzyılın ilk yarısından bu yana çok sayıda bilimadamı atomun sırlarını ortaya
çıkarabilmek için gece gündüz çalıştılar. Atomun şekli, hareketi, yapısı ve
diğer özelliklerini gün ışığına çıkaran bu çalışmalar, maddeyi ezeli ve ebedi
bir varlık olarak kabul eden klasik fiziği temellerinden yıktı ve modern
fiziğin temellerini attı. Bu çalışmalar aynı zamanda beraberinde birçok soruyu
da gündeme getirdi.
Bu
sorulara yanıt arayan pek çok fizikçi, çalışmalarının sonucunda tüm evrende
olduğu gibi atomda da kusursuz bir düzen, şaşmaz bir denge ve mükemmel bir
tasarım olduğu gerçeğinde birleştiler.
Bu gerçek,
14 asır önce Allah Katından indirilmiş olan Kuran'da da açıklanmıştır. Kuran
ayetlerinden açıkça anlaşıldığı gibi tüm evren, mükemmel bir düzen içinde
işlemektedir. Çünkü yer, gök ve ikisi arasında bulunanlar, sonsuz bir güç ve
akıl sahibi olan Allah tarafından yaratılmıştır.
Allah’ın
yarattığı her şey olağanüstü mükemmelliktedir ve kusursuz bir düzen içinde
işlemektedir. Asıl şaşılması gereken konu, bazı insanların kendi vücutları da
dahil olmak üzere gördükleri, duydukları ve bildikleri her yerde karşılarına
çıkan sonsuz sayıdaki mucizeden etkilenmemeleri ve bu olağanüstü detayların "neden"
kendilerine gösterildiği sorusunun cevabını düşünmemekte ısrar etmeleridir.
Okumakta
olduğunuz "Atom Mucizesi" adlı bu kitap, bilimsel bir konuyu
incelemesine karşın, alışageldiğiniz bilimsel kitaplardan farklı bir amaçla
karşınıza çıkmaktadır. Bu çalışma, hem canlıların hem de cansızların yapı taşı
olmak gibi son derece eşsiz bir özelliğe sahip olan "atom"u,
"ne", "nasıl" ve "ne şekilde" sorularının
cevaplarıyla ele alarak, "neden" sorusunun yanıtına kapı açmaktadır.
Bu kapıdan geçildiğinde ise, Allah'ın aklının, bilgisinin üstünlüğü ve
yaratışının tüm varlıkları sarıp kuşattığı açıkça gözler önüne serilmektedir.
Allah...
O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu uyuklama ve uyku tutmaz.
Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni olmaksızın O'nun Katında
şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar
ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden hiçbir şeyi
kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri
kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek
büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
AKILLI
TASARIM yani YARATILIŞ
Kitapta
zaman zaman karşınıza Allah'ın yaratmasındaki mükemmelliği vurgulamak için
kullandığımız "tasarım" kelimesi çıkacak. Bu kelimenin hangi maksatla
kullanıldığının doğru anlaşılması çok önemli. Allah'ın tüm evrende kusursuz bir tasarım yaratmış olması,
Rabbimiz'in önce plan yaptığı daha sonra yarattığı anlamına gelmez.
Bilinmelidir ki, yerlerin ve göklerin Rabbi olan Allah'ın yaratmak için herhangi bir 'tasarım' yapmaya
ihtiyacı yoktur. Allah'ın tasarlaması ve yaratması aynı anda olur. Allah bu tür
eksikliklerden münezzehtir. Allah'ın, bir şeyin ya da bir işin olmasını
dilediğinde, onun olması için yalnızca "Ol" demesi
yeterlidir. Kuran'da Allah şöyle buyurmaktadır:
Gökleri ve
yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin
olmasına karar verirse, ona yalnızca "Ol" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
1. BÖLÜM:
ATOMUN OLUŞUM SERÜVENİ
ATOMUN OLUŞUM SERÜVENİ
Görkemli boyutlarıyla insan aklının kavrama
sınırlarını zorlayan evren, var olduğu ilk andan itibaren hassas dengeler
üzerinde ve büyük bir düzen içerisinde, hiç şaşmadan işlemektedir. Bu muazzam
evrenin nasıl var olduğu, nereye doğru gittiği, içindeki düzen ve dengeyi
sağlayan kanunların nasıl işlediği ise her devirde insanların merak konusu
olmuştur ve halen de olmaya devam etmektedir. Bilimadamları bu konularla ilgili
sayısız araştırmalar yapmış, pek çok tez ve teori üretmişlerdir. Evrendeki
düzen ve tasarımı akıl ve vicdanlarıyla değerlendiren bilimadamları için var
olan kusursuzluğu açıklamak çok kolay olmuştur. Çünkü bu kusursuz tasarımın tüm
evrene hakim olan üstün güç sahibi Allah tarafından yaratıldığı, düşünen ve
akleden insanlar için açıkça gözler önüne serilmiş bir gerçektir. Allah bu açık
gerçeği Kuran ayetlerinde de bildirmektedir:
Şüphesiz
göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün art arda gelişinde temiz
akıl sahipleri için gerçekten ayetler vardır. (Al-i İmran Suresi, 190)
Fakat
yaratılış delillerine gözlerini kapamaya çalışan bilimadamları, yıllardır ardı
arkası kesilmeyen bu sorulara cevap vermekte çok büyük zorluklar
çekmektedirler. Bilimsel gerçeklerle taban tabana zıt olan teorilerini savunmak
için demagojilere, hiçbir bilimsel dayanağı olmayan gerçek dışı kuramlara, çok
zorda kalınca ise sahtekarlıklara bile sığınmaktan bile çekinmemektedirler.
Fakat 21. yüzyılın eşiğinde olduğumuz şu günlerde bilimsel alanda yaşanan her
türlü gelişme bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evren üstün bir güç ve sonsuz
ilim sahibi olan Allah tarafından yoktan var edilmiştir.
Evrenin
Yaratılışı
"Evren
nasıl var oldu?" sorusu insanların yüzyıllardır cevap aradıkları bir
sorudur. Tarih boyunca binlerce evren modeli sunulmuş, binlerce kuram
üretilmiştir. Fakat bu teoriler incelendiği zaman hepsinin temelde iki farklı
modelden birini savunduğu görülür. Bunlardan birincisi artık hiçbir bilimsel
dayanağı ve geçerliliği kalmamış olan sonsuz evren, yani evrenin bir
başlangıcının olmadığı fikri, ikincisi ise şu an tüm bilim çevreleri tarafından
kabul gören evrenin büyük bir patlama ile yoktan yaratıldığı gerçeğidir.
Artık
geçerliliğini yitirmiş olan ilk model, evrenin sınırsız olduğunu, sonsuzdan
beri var olduğunu, sonsuza kadar da varlığını ve şu anki durumunu koruyacağını
savunmaktaydı. Bu sonsuz evren fikri, eski Yunan'da gelişmiş, daha sonra da
Rönesans'la birlikte yeniden canlanan materyalist felsefenin bir ürünü olarak
Batı bilim dünyasına girmişti. Rönesansın özünde eski Yunan düşünürlerinin
eserlerini incelemek yatıyordu. Böylece materyalist felsefe ve bu felsefenin
savunduğu sonsuz evren anlayışı, felsefi ve ideolojik kaygılarla tozlu
raflardan çıkarılıp, bilimsel bir gerçekmiş gibi insanlara sunuldu.
Karl Marx,
Friedrich Engels gibi materyalistlerin, maddeci ideolojilerine çok önemli bir
zemin hazırlayan bu fikri büyük bir hevesle sahiplenmeleri, bu modelin, içinde
bulunduğumuz yüzyıla taşınmasında en önemli etkenlerden birini oluşturdu.
20.
yüzyılın ilk yarısına kadar gündemde olan bu "sonsuz evren" modeline
göre, evren için herhangi bir başlangıç veya son söz konusu değildi. Evren
yoktan var edilmediği gibi, hiçbir zaman da yok olmayacaktı. Materyalist
felsefenin de temelini oluşturan bu teoriye göre evrenin durağan (statik) bir
yapısı vardı. Oysa daha sonraları elde edilen bilimsel bulgular bu teorinin tümüyle
yanlış ve bilim dışı olduğunu ortaya çıkardı. Evren sonsuzdan beri
süregelmiyordu; bir başlangıcı vardı ve yoktan var edilmişti.
Evrenin
sonsuz olduğu, yani bir başlangıcı olmadığı fikri her zaman için dinsizliğin ve
Allah'ı inkar etme yanılgısına düşen ideolojilerin çıkış noktası olmuştur.
Çünkü onlara göre evrenin bir başlangıcının olmaması, aynı zamanda bir
Yaratıcı'nın da olmadığı anlamına geliyordu. Ama bilim çok geçmeden
materyalistlerin bu iddialarının geçersizliğini ve evrenin Büyük Patlama (Big
Bang) olarak adlandırılan bir patlama ile yoktan var edilerek başladığını,
delilleriyle ortaya koydu. Yoktan var edilmenin ise tek bir anlamı vardı:
"Yaratılış". Yani tüm evren sonsuz kudret sahibi olan Allah
tarafından yaratılmıştı.
Ünlü
İngiliz astronom Sir Fred Hoyle da bu teoriden rahatsız olanlar arasında
sayılıyordu. Hoyle, "steady-state" (sabit durum) adındaki teorisiyle
evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından
sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Bu modele göre, evren genişledikçe madde,
gerektiği miktarda, birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu.
"Sonsuz evren" fikrini desteklemek için son derece zorlama
açıklamalarla ortaya atılan bu teori, bilimsel olarak ispatlanan Big Bang
kuramıyla taban tabana zıttı. Onlar bu gerçeğe karşı direnmeye devam ettiler,
ama tüm bilimsel gelişmeler onları yalanlıyor ve gerçekleri birer birer
yüzlerine vuruyordu.
Evrenin
Genişlemesi ve Big Bang Gerçeği
20. yy.
ile birlikte astronomi alanında çok büyük gelişmeler yaşanmaya başlandı. İlk
olarak 1922 yılında Rus fizikçi Alexandre Friedmann evrenin durağan bir yapıya
sahip olmadığını keşfetti. Einstein'in genel görecelik kuramından yola çıkan
Friedmann, en ufak bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol
açacağını hesapladı. Belçika'nın en ünlü gök bilimcilerinden Georges Lemaitre
ise bu hesabın önemini fark eden ilk kişi oldu. Onun bu hesaplamalardan yaptığı
çıkarım, evrenin bir başlangıcı olduğu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli
genişlediğiydi. Lemaitre'in söylediği çok önemli bir şey daha vardı: Ona göre
bu başlangıç anındaki patlamadan arta kalan bir radyasyon olmalıydı ve bu
saptanabilirdi. Lemaitre ilk başlarda bilimsel çevrelerde çok büyük destek
bulmayan bu açıklamalarının doğruluğundan emindi. Zaten evrenin genişlediğine
dair başka kanıtlar da birer birer ortaya çıkıyordu. Bu sıralarda Edwin Hubble
isimli Amerikalı astronom kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken
yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık
yaydıklarını saptadı. Hubble, California Mount Wilson gözlem evinde yaptığı bu
buluşuyla sabit durum teorisini ortaya atan ve yıllardır savunan tüm bilim
adamlarına da meydan okuyor, mevcut evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Hubble'ın
bu tespiti, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfının
mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfının da
kızıl yöne doğru kaydığı fiziksel gerçeğine dayanıyordu. Yani California Mount
Wilson gözlem evinden izlenen gök cisimleri dünyamızdan uzaklaşmaktaydılar. Bu
gözlemlerin devamı yıldız ve galaksilerin sadece bizden değil, birbirlerinden
de uzaklaştıklarını ortaya koyuyordu. Tüm bu gök cisimlerinin birbirlerinden
uzaklaşmaları evrenin genişlemekte olduğunu bir kez daha kanıtlıyordu. Bu gelişmelerle
ilgili ilginç bir saptamayı David Filkin'in "Stephen Hawking's
Universe" isimli kitabından aktaralım:
"…
Lemaitre iki yıla kalmadan ummaya cesaret edemediği bir haber aldı. Hubble
galaksilerden gelen ışığın kızıla doğru kaydıklarını gözlemlemişti ve Doppler
etkisine göre bu evrenin genişlediği demekti. Artık yalnızca bir zaman
sorunuydu. Einstein zaten Hubble'ın çalışmalarıyla ilgileniyordu ve Mount
Wilson Gözlem evinde kendisini ziyaret etmek niyetindeydi. Lemaitre de aynı
sıralarda California Teknoloji Enstitüsü'nde bir konferans vermeyi ayarladı ve
Einstein ile Hubble'ı birlikte bir köşeye sıkıştırmayı başardı. Kendisinin
"ilk atom" kuramını adım adım anlatarak tüm evrenin "dünü
olmayan bir günde" yaratıldığını söyledi. Gereken bütün matematik hesaplarını
yapmıştı. Lemaitre sözünü bitirdiğinde kulaklarına inanamadı. Einstein ayağa
kalkmış ve o anda duyduklarının "o güne kadar dinlediği en güzel ve en
tatmin edici yorum" olduğunu bildirmiş" ve "kozmolojik sabiti
yaratmanın yaşamının en büyük hatası olduğunu" itiraf etmişti.1
İşte
dünyanın gelmiş geçmiş en önemli bilim adamı sayılan Einstein'ı ayağa fırlatan
bu gerçek evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğiydi.
Evrenin
genişlemesiyle ilgili yapılan gözlemler arttıkça yeni iddialar da birbirini
izliyordu. Bu gerçekten yola çıkan bilimadamları, Lemaitre'in de söylediği
gibi, zamanda geriye doğru gittiklerinde sürekli küçülen, küçülen ve sonunda
bir nokta kadar kalan bir evren modeliyle karşı karşıya kaldılar. Matematiksel
hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde barındıran bu "tek
nokta"nın, korkunç çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip
olacağını gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya
çıkmıştı ve bu patlamaya "Big Bang" (Büyük Patlama) adı verildi.
Big
Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır hacim "yokluk"
anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken "var" hale
gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına geliyor ve böylece
materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır" varsayımını geçersiz
kılıyordu.
Delilleriyle
Büyük Patlama
Evrenin
büyük bir patlama sonrasında oluşmaya başladığı gerçeğinin kesinlik kazanması
üzerine astrofizikçiler araştırmalarını hızlandırdılar. George Gamov'a göre
evrenin bu patlama ile oluşması durumunda, patlamadan arta kalan ve evrenin her
yanına eşit şekilde dağılmış bulunan bir radyasyonun olması gerekiyordu.
Bu
varsayımı takip eden yıllarda tüm bilimsel buluşlar bütünüyle Big Bang'i
doğrular şekilde birbirini izledi. 1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson
adlı iki araştırmacı bu dalgaları bir rastlantı sonucunda keşfettiler.
"Kozmik Fon Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon, uzaydaki belli bir
kaynaktan yayılan herhangi bir radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eş
yönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade ile yerel kökenli değildi, yani belirli
bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun
süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde ısı dalgası şeklinde tesbit edilen bu
radyasyonun, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı. Üstelik
bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı. Penzias ve
Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler oldukları
için Nobel Ödülü kazandılar.
George
Smoot ve NASA'daki ekibinin, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini doğrulaması uzaya
gönderilen COBE uydusu sayesinde, yalnızca sekiz dakika sürdü. Uyduda bulunan
hassas tarayıcıların elde ettikleri sonuçlar Big Bang için yeni bir zaferi de
beraberinde getiriyordu. Tarayıcılar Big Bang'in ilk anlarındaki sıcak ve yoğun
ortamın kalıntılarının gerçekliğini doğruluyorlardı. COBE Big Bang'in
doğruluğunu delilleriyle onaylamıştı ve bilim çevreleri bu açık gerçeği kabul
etmek durumundaydılar.
Bir başka
delil ise uzaydaki hidrojen ve helyum gazlarının miktarının hesaplanmasıyla
ortaya çıktı. Buna göre evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big
Bang'den arta kalan hidrojen-helyum oranının teorik olarak hesaplanan
miktarıyla büyük bir benzerlik gösteriyordu.
Bu
delillerin ortaya çıkması, Big Bang'in bilim dünyasında kesin kabul görmesiyle
sonuçlandı. Ünlü bilim dergisi Scientific American, 1994 yılının Ekim ayı
sayısında "Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeli"
diyordu.
Uzun
yıllar boyunca "sonsuz evren" fikrini savunan isimlerden de itiraflar
birer birer geliyordu. Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum
teorisini savunan Dennis Sciama, Big Bang gerçeği karşısında düştükleri içler
acısı durumu şöyle anlatır:
Sabit durum
teorisini savunanlarla, onu test eden ve bence onu çürütmeyi uman gözlemciler
arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu dönemde ben de bir rol
üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için değil, gerçek olmasını
istediğim için 'sabit durum' teorisini savunuyordum. Teorinin geçersizliğini
savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle bu kanıtları karşılamada
lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu düşmanca kanıtlara nasıl
cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama kanıtlar biriktikçe
artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara bırakılması gerçeği
ortaya çıkıyordu.2
Allah
Evreni Yoktan Var Etmiştir
Gelişen
bilimin ortaya çıkardığı tüm delillerle birlikte "sonsuz evren"
kavramı da tarihe karışmış oluyordu. Bunun arkasından ise daha önemli sorular
ortaya çıkıyordu. Bu büyük patlamadan önce ne vardı? "Yok" olan
evreni "var" hale getiren güç neydi?
Büyük
patlama öncesinde ne olduğu sorusuna verilecek tek bir cevap vardır. Bu da
elbette ki gökleri ve yeri büyük bir düzen içinde yaratan, üstün güç ve kudret
sahibi Allah'tır. Pek çok bilimadamı, inançlı olsun ya da olmasın, bu gerçeği
kabul etmek zorundadır. Bilimsel platformlarda bu gerçeği kabul etmeseler bile,
cümleleri arasına sıkışan itirafları onları ele vermektedir. Örneğin önceleri
ateist olan fakat sonradan Allah’ın varlığını kabul eden tanınmış
felsefecilerden Anthony Flew, geçmişte
itiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söyleyip, konuşmasına
şöyle devam etmiştir:
İtiraflarda
bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini söylerler. Ben de bir itirafta
bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir.
Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir:
Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını. 3
İngiliz
materyalist fizikçi H. P. Lipson gibi bazı bilim adamları ise Big Bang
teorisini ister istemez kabul etmek zorunda olduklarını itiraf eder:
Bence, bu
noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın yaratılış
olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece
itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi
destekliyorsa, bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz.4
Sonuç
olarak bilim, materyalist bilim adamlarının önüne isteseler de istemeseler de
tek bir gerçeği koymaktadır: Madde ve zaman, sonsuz güç sahibi olan, gökleri,
yeri ve ikisi arasındakileri kusursuzca var eden bir Yaratıcı, her şeye kadir
olan Allah tarafından yaratılmıştır.
Allah, yedi
göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan
iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın
ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Kuran'daki
İşaretler
Big Bang
modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı olurken, çok önemli bir işlev
daha gerçekleştirmiştir. Önceki sayfalarda sözlerini aktardığımız, önceleri
ateist olan fakat sonradan yaratılışı kabul eden ünlü felsefeci Anthony Flew'un
ifadesiyle, Big Bang ile birlikte "bilim, dini kaynaklar tarafından
savunulan bir iddiayı ispat etmiştir."
Bu gerçek,
"evrenin yoktan yaratıldığı gerçeği"dir. Bu, bilimin keşfinden
binlerce yıl önce, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği mukaddes
kitaplarda bildirilmiştir.
Tüm İlahi
kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane kitap olan Kuran'da ise, hem
evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın biçimi konusunda bilgiler
verilmektedir. 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler 20. yüzyıl biliminin
bulgularıyla tamamen paraleldir.
Öncelikle
evrenin "yok" iken "var" hale geldiği, Kuran'da şöyle haber
verilir:
(Allah)
gökleri ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... (Enam Suresi, 101)
Günümüzden
tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili bilgilerinin son derece kısıtlı
olduğu zamanlarda yine Kuran'da bildirilen bir başka gerçek de, aynı Big Bang
teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok küçük bir hacimde bir arada
iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış olduğudur:
O inkar
edenler görmüyorlar mı ki, (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişik iken,
Biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar
inanmayacaklar mı? (Enbiya Suresi, 30)
Üstteki
ayetin Arapça orijinalinde çok önemli bir kelime seçimi vardır. Ayetin
"birbiriyle bitişik" olarak tercüme edilen "ratk" kelimesi,
Arapça sözlüklerde "birbiriyle iç içe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış"
anlamlarına gelir. Yani tam bir bütün oluşturan iki madde için kullanılır.
Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça "fatk" fiilidir ki,
bu fiil ratk halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına
gelir. Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade
edilir.
Bu
bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğundan
bahsedilmektedir. Ardından bu ikisi fatk fiili ile ayrılmışlardır. Yani biri
diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big Bang'in ilk anını
hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm maddesini
içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm "gökler ve
yer" bu noktanın içinde, ratk halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta
şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani yumurtayı yarıp dışarı
çıkarak tüm evreni oluşturmuşlardır.
Kuran'da
bildirilen bir başka gerçek ise, bilim tarafından ancak 1920'lerin sonunda fark
edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi Hubble'ın,
yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez ortaya
çıkan bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz göğü
'büyük bir kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. (Zariyat
Suresi, 47)
Kısacası
modern bilimin bulguları bir yandan materyalist dogmayı geçersiz kılarken, öte
yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen gerçekleri bir kez daha tasdik
etmektedir. Çünkü evren materyalistlerin sandığı gibi, maddenin içindeki
birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın yaratmasıyla var olmuştur ve Allah'tan
gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni hakkındaki en doğru bilgidir.
Maddenin An
An Yaratılışı
Big Bang
teorisinin de bir kez daha ortaya koyduğu gibi, Allah evreni yokluktan var
etmiştir. Bu büyük patlama, her yönüyle insanı düşündüren, tesadüflerle izah
edilemeyecek ince hesaplar ve detaylarla doludur.
Patlamanın
her anındaki sıcaklık, atom parçacıklarının sayısı, o anda devreye giren
kuvvetler ve bu kuvvetlerin şiddetleri çok hassas değerlere sahip olmalıdır. Bu
değerlerin birinin bile sağlanamaması durumunda, bugün içinde yaşadığımız evren
var olamazdı. Kastettiğimiz değerlerin herhangi birinin matematiksel olarak
"0"a yakın bir miktarda dahi değişmesi, bu sonu hazırlamaya
yeterlidir.
Kısacası
evren ve onun yapı taşı olan atomlar Büyük Patlama anından hemen sonra Allah'ın
yarattığı bu dengeler sayesinde yoktan var olmaya başlamıştır. Bilim adamları
bu oluşum sırasında meydana gelen olayların mükemmel zamanlamalarını ve bu
zamanlamalarda devrede olan fizik kurallarının düzenini anlamak için sayısız
çalışmalar yapmışlardır. Bugün artık bu konuda çalışma yapan tüm
bilimadamlarının kabul ettiği gerçekler şunlardır:
o
"0"
anı: Ne maddenin, ne de zamanın var olmadığı ve patlamanın gerçekleştiği bu
"an", fizikte t (zaman) = 0 anı olarak kabul edilmektedir. Yani t=0
anında hiçbir şey yoktur. Yaratılmanın başladığı bu "an"dan önceyi
tarif edebilmek için, o anda var olan fizik kurallarını bilmemiz gerekir. Çünkü
şu an var olan fizik kanunları patlamanın ilk anlarında geçerli değildir.
Fiziğin
tanımlayabildiği olaylar en küçük zaman birimi olan 10-43 saniyeden itibaren başlar. Bu,
insan aklının asla kavrayamayacağı bir zaman dilimidir. Peki acaba, hayal bile
edemediğimiz, bu küçük zaman aralığında neler olmuştur? Fizikçiler bu anda
meydana gelen olayları tüm detaylarıyla açıklayabilecek bir teoriyi şu ana
kadar geliştirememişlerdir.5
Çünkü
bilim adamlarının ellerinde hesap yapabilmeleri için gereken malzeme yoktur.
Matematik ve fizik kurallarının tanımları bu sınırda tıkanıp kalmıştır. Yani
her bir detayı çok hassas dengeler üzerine kurulmuş bu patlamanın öncesi de, bu
ilk anları da fiziğin ve insanın kavrama gücünün ötesinde bir yaratılışa
sahiptir...
Zamanın
olmadığı bir andan başlayan bu yaratılış an an madde evreninin ve fizik
kurallarının ortaya çıkmasını sağlamıştır. Şimdi bu patlamada çok kısa süre
içerisinde büyük bir hassasiyetle meydana gelen olaylara bir göz atalım:
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi fizikte her şey 10-43 saniye sonrasından itibaren
hesaplanabilir ve ancak bu andan sonra enerji ve zaman tarif edilebilir.
Yaratılışın bu anında, sıcaklık değeri 1032
(100.000.000.000.000.000.-000.000.000.000.000) K’dir. Bir kıyaslama yapacak
olursak, güneşin sıcaklığı milyonlarla (108), güneşten çok büyük yıldızların
sıcaklığı ise ancak milyarlarla (1011) ifade edilir. Şu an tespit
edebildiğimiz en yüksek sıcaklık milyar derecelerle sınırlıyken, 10-43 anındaki sıcaklığın ne derece
yüksek olduğu konusunda bir kıyas yapabilmek mümkündür.
o
10-43 saniyelik bu dönemden bir aşama
ileri gidip saniyenin 10-37 olduğu zamana geliriz. Bu iki süre arasındaki
aralık bir-iki saniye gibi bir an değildir. Saniyenin katrilyon kere
katrilyonda biri kadar bir zaman aralığından bahsedilmektedir. Sıcaklık yine
olağanüstü yüksek olup 1029 (100.000.000.-000.000.000.000.000.000.000) K değerindedir.
Bu aşamada henüz atomlar yaratılmamıştır.6
o
Bir
adım daha atıp 10-2 saniyelik döneme giriyoruz. Bu aralık, bir
saniyenin yüzde birini ifade etmektedir. Bu zaman dilimi içinde sıcaklık 100
milyar derecedir. Bu dönemde "ilk evren" şekillenmeye başlamıştır.
Daha atom çekirdeğini oluşturan proton ve nötron gibi parçacıklar görünürde
yoktur. Ortada sadece elektron ve onun zıttı olan pozitron (anti-elektron)
vardır. Çünkü evrenin o anki sıcaklığı ve hızı sadece bu parçacıkların
oluşmasına izin verir. Yokluğun ardından patlama gerçekleşeli daha 1 saniye
bile geçmeden, elektron ve pozitronlar oluşmuştur.
Bu andan
sonra oluşacak her atom parçacığının hangi anda ortaya çıkacağı çok önemlidir.
Çünkü şu andaki fizik kurallarının ortaya çıkması için her parçacık özel bir
anda ortaya çıkmak zorundadır. Hangi parçanın önce oluşacağı çok büyük bir önem
taşımaktadır. Bu sıralama ya da zamanlamadaki en ufak bir oynama sonucunda,
evrenin bugünkü haline gelmesi mümkün olmazdı.
Şimdi
burada durup biraz düşünelim.
Büyük
Patlama teorisi, evreni oluşturan tüm maddenin yokluktan ortaya çıktığını
göstermesiyle Allah'ın varlığının bir delilini ortaya koymuş oldu. Ancak
bununla kalmadı, Büyük Patlama'nın ardından henüz 1 saniye bile geçmeden atomun
yapıtaşlarının da yoktan var olduğunu gösterdi. Bu parçacıkların sahip olduğu
inanılmaz denge ve düzene dikkat etmek gerekir. İlerleyen sayfalarda daha
detaylı anlatacağımız bu dengeler sayesinde evren bugünkü durumundadır ve yine
bu dengeler sayesinde bizler yaşamımızı rahatça sürdürebiliriz. Kısacası, büyük
bir karmaşa ve düzensizlik yaratması beklenebilecek bir patlamanın ardından
mükemmel bir düzen, bizlerin "fizik kuralları" olarak adlandırdığı
değişmeyen kanunlar ortaya çıkmıştır. Bu ise, Büyük Patlama da dahil evrenin
yaratılışından itibaren her anın kusursuzca tasarlandığını bizlere
kanıtlamaktadır.
Şimdi
kaldığımız yerden gelişmeleri izlemeye devam edelim.
Bir aşama
sonra, 10-1 saniye kadar bir zamanın geçtiği bir ana geliriz. Bu sırada sıcaklık 30
milyar derecedir. t=0 anından bu döneme gelene kadar henüz 1 saniye bile
geçmemiştir. Ancak atomun diğer parçacıkları olan nötron ve protonlar artık
belirmeye başlamıştır. Daha sonraki bölümlerde kusursuz yapılarını
inceleyeceğiniz nötron ve protonlar, işte bu şekilde yokluktan
"an"dan bile kısa bir süre içerisinde yaratılmışlardır.
o
Patlamadan
sonraki 1. saniyeye gelelim. Bu dönemdeki kütlesel yoğunluğun derecesine
baktığımızda, yine olağanüstü büyük bir rakamla karşı karşıya olduğumuzu
görürüz. Yapılan hesaplamalara göre bu dönemdeki mevcut kütlenin yoğunluk
değeri, litre başına 3.8 milyar kilogramdır. Milyar kilogram olarak ifade
edilen bu rakamı, aritmetik olarak tespit edebilmek ve bu rakamı kağıt üzerinde
göstermek kolaydır. Ancak, bu değeri tam olarak kavrayabilmek mümkün değildir.
Bu rakamın büyüklüğünü daha kolay ifade edebilmek için çok basit bir örnek
verecek olursak; "Himalayalardaki Everest tepesi bu yoğunluğa sahip
olsaydı, kazanacağı çekim kuvveti ile dünyamızı bir anda yutabilirdi"
diyebiliriz.7
o
Bir
sonraki zaman diliminin en belirgin özelliği ise sıcaklığın oldukça düşük bir
değere ulaşmış olmasıdır. Evren artık yaklaşık 14 saniyelik bir ömre sahiptir
ve sıcaklık da 3 milyar derecedir ve çok müthiş bir hızla genişlemeye devam
etmektedir.
Hidrojen
ve helyum çekirdekleri gibi kararlı atom çekirdeklerinin oluşmaya başladığı
dönem de işte bu dönemdir. Yani bir proton ile bir nötron ilk defa yan yana
durabilecekleri bir ortam bulmuşlardır. Kütleleri var ile yok arası olan bu iki
parçacık olağanüstü bir çekim oluşturarak, o müthiş yayılma hızına karşı
koymaya başlamışlardır. Ortada son derece bilinçli, kontrollü bir gidiş olduğu
bellidir. İnanılmaz bir patlamanın ardından, büyük bir denge, hassas bir düzen
oluşmaktadır. Protonlar ve nötronlar biraraya gelmeye, maddenin yapı taşı olan
atomu oluşturmaya başlamışlardır. Oysa bu parçacıkların, maddeyi oluşturabilmek
için gerekli hassas dengeleri sağlayabilecek bir güce ve bilince sahip olmaları
elbette ki mümkün değildir.
o
Bu
oluşumu takip eden dönemde, evrenin sıcaklığı 1 milyar dereceye düşmüştür. Bu
sıcaklık güneşimizin merkez sıcaklığının 60 katıdır. İlk dönemden bu döneme
kadar geçen süre sadece 3 dakika 2 saniyedir. Artık foton, proton, anti-proton,
nötrino ve anti-nötrino gibi atom altı parçacıklar çoğunluktadır. Bu dönemde
var olan tüm parçacıkların sayıları ve birbirleri ile olan etkileşimleri çok
kritiktir. Öyle ki, herhangi bir parçacığın sayısındaki en ufak bir farklılık,
bunların belirlediği enerji düzeyini bozacak ve enerjinin maddeye dönüşmesini
engelleyecektir.
Örneğin
elektron ve pozitronları ele alalım: Elektron ve pozitron bir araya geldiğinde
enerji açığa çıkar. Bu sebeple ikisinin de sayıları çok önemlidir. Diyelim ki
10 birim elektron ve 8 birim pozitron karşı karşıya geliyor. Bu durumda, 10
birim elektronun 8 birimi, yine 8 birim pozitronla etkileşime girer ve böylece
enerji açığa çıkar. Sonuçta, 2 birim elektron serbest kalır. Elektron, evrenin
yapı taşı olan atomu oluşturan parçacıklardan biri olduğundan, evrenin var
olabilmesi için bu dönemde gerekli miktarda elektron olması şarttır. Az önceki
örnek üzerinde düşünmeye devam edersek, karşı karşıya gelen elektron ve
pozitronlardan, eğer pozitronların sayısı daha fazla olsaydı, sonuçta açığa
çıkan enerjiden elektron yerine pozitronlar arta kalacak ve madde evreni asla
oluşamayacaktı. Pozitron ve elektronların sayısı eşit olsaydı, bu kez de ortaya
sadece enerji çıkacak, maddesel evrene dair hiçbir şey oluşmayacaktı. Oysa
elektron sayısındaki bu fazlalık, sonradan evrendeki protonların sayısına eşit
olacak şekilde çok hassas bir ölçüyle ayarlanmıştır. Çünkü daha sonradan
oluşacak olan atomda, elektron ve proton sayıları birbirine eşit olacaktır.
İşte,
Büyük Patlama'dan sonra ortaya çıkan parçacıkların sayısı bu kadar ince bir
hesapla belirlenmiş ve sonuçta madde evreni oluşabilmiştir. Prof. Dr. Steven
Weinberg bu parçacıklar arasındaki etkileşimin ne derece kritik olduğunu şu
sözleriyle vurgulamaktadır:
Evrende
ilk birkaç dakikada gerçekten de kesin olarak eşit sayıda parçacık ve karşıt
parçacık oluşmuş olsaydı, sıcaklık 1.000.000.000 derecenin altına düştüğünde,
bunların tümü yok olur ve ışınım dışında hiçbir şey kalmazdı. Bu olasılığa
karşı çok iyi bir kanıt vardır: Var olmamız. Parçacık ve karşı parçacıkların
yok olmasının ardından şimdiki evrenin maddesini sağlamak üzere geriye bir
şeylerin kalabilmesi için, pozitronlardan biraz daha çok elektron, karşı
protonlardan biraz daha çok proton ve karşı nötronlardan biraz daha çok nötron
var olmalıydı.8
o
İlk
dönemden bu yana toplam 34 dakika 40 saniye geçmiştir. Evrenimiz artık yarım
saat yaşındadır. Sıcaklık milyar derecelerden düşmüş, 300 milyon dereceye
ulaşmıştır. Elektronlarla pozitronlar birbirleriyle çarpışarak enerji açığa
çıkarmayı sürdürürler. Artık atomu oluşturacak olan parçacıkların sayıları,
madde evreninin oluşmasına imkan sağlayacak şekilde dengelenmiştir.
Patlamanın
hızının nispeten yavaşlamasıyla birlikte neredeyse kütlesi dahi olmayan bu
parçacıklar birbirlerinin etkisine girmeye başlarlar. İlk hidrojen atomu, bir
elektronun bir protonun yörüngesine girmesiyle oluşur. Bu oluşumla birlikte
evrende göreceğimiz temel kuvvetlerle tanışmış oluruz.
İnsan
kavrayışının çok üstünde bir tasarım ürünü olan ve yapıları çok hassas dengeler
üzerine oturan bu parçacıkların tesadüfler sonucu bir araya gelip, üstelik de
hepsinin aynı davranışta bulunmaları kuşkusuz imkansızdır. Bu kusursuzluk,
üzerinde araştırma yapan herkesi çok önemli bir gerçeğe götürür. Ortada üstün
bir "yaratılış" ve bu yaratılışın her anında eşsiz bir kontrol
vardır. Çünkü patlama sonrasında meydana gelen her parçacığın belirli bir
zamanda, belirli bir ısıda ve belirli bir hızla oluşmaları gerekir. Öyleki bu
haliyle, adeta kurulmuş bir saat gibi çalışan bu sistem, çalışmaya başlamadan
önce bu ince ayarlarıyla birlikte programlanmıştır. Yani büyük patlama ve onun
sonucunda ortaya çıkan kusursuz evren, patlama başlamadan önce tasarlanmış ve
daha sonra harekete geçirilmiştir.
Evreni
düzenleyen, tasarlayan ve kontrol eden, elbette ki her şeyin Yaratıcısı olan
Yüce Allah'tır.
Bu
yaratılış yalnızca atomda değil, evrenin büyük küçük her kütlesinde
gözlemlenebilir. Başlangıçta birbirinden ışık hızıyla kopup uzaklaşan bu
parçacıklardan yalnızca hidrojen atomları oluşmakla kalmamış, bugünkü evrenin
içerdiği bütün muazzam sistemler, diğer atomlar, moleküller, gezegenler,
güneşler, güneş sistemleri, galaksiler, kuasarlar, vs. muhteşem bir plan, ölçü
ve denge içinde sırayla meydana gelmişlerdir. Sadece bir atomun oluşması için
gereken parçacıkların şans eseri bir araya gelmeleri, hassas dengeleri
oluşturmaları dahi imkansızken, gezegenlerin, galaksilerin, kısacası evrendeki
işleyişi sağlayan tüm sistemlerin hepsinin teker teker şans eseri oluşup
dengelere kavuştuğunu iddia etmek tamamen akıl ve mantık dışı olur. Bu eşsiz
tasarım, tüm evrenin Yaratıcısı olan Allah'a aittir.
Oluşumu
tek başına bir mucize olan hidrojen atomunu diğer atomların oluşması takip
etmiştir. Ancak, burada hemen akla "diğer atomlar neye göre oluştu, niçin
tüm proton ve nötronlar sadece hidrojen atomunu oluşturmadılar, parçacıklar
hangi atomdan ne kadar oluşturacaklarına nasıl karar verdiler?..." gibi
sorular gelmektedir. Bu soruların cevabı bizi yine aynı sonuca götürmektedir:
Hidrojenin ve onu takip eden tüm atomların ortaya çıkışında büyük bir kudret,
kontrol ve tasarım vardır. Bu kontrol ve tasarım insan aklının sınırlarını
zorlayan, ortada açık bir "yaratılış" olduğunu gösteren özelliktedir.
Büyük Patlama ile ortaya çıkan fizik kuralları, aradan geçen yaklaşık 17 milyar
yıllık zamanda herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Üstelik bu kurallar öyle
ince hesaplar neticesinde var edilmişlerdir ki, bugünkü değerlerinden
milimetrik sapmalar bile tüm evrendeki yapıyı ve düzeni alt üst edebilecek
sonuçlar doğurabilir. Bu noktada ünlü fizikçi Prof. Stephen Hawking'in konuyla
ilgili sözleri ilgi çekicidir. Hawking, anlatılan olayların aslında
kavrayabildiğimizden çok daha ince hesaplar üzerine kurulduğunu şöyle
açıklamaktadır:
Eğer Big
Bang'ten bir saniye sonra genişleme oranı, 100.000 milyon kere milyonda bir
değeri kadar az olsaydı, evren genişlemeyi bırakıp kendi içine çökecekti.9
Bu derece
ince hesaplar üzerine kurulmuş olan Büyük Patlama, zamanın, mekanın ve maddenin
kendiliğinden var olmadığını, herşeyin Allah tarafından yaratıldığını açıkça
ortaya koymaktadır. Çünkü yukarıda anlatılan olayların, başıboş tesadüfler
sonucu meydana gelmesi ve evrenin yapı taşı olan atomu oluşturması kesinlikle
mümkün değildir.
Nitekim bu
konu ile ilgilenen pek çok bilim adamı evrenin yaratılışında sonsuz bir
kuvvetin varlığını ve büyüklüğünü kabul etmiş durumdadır. Ünlü astrofizikçi
Hugh Ross evrenin Yaratıcısı'nın tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle
açıklar:
Zaman,
olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer zaman, patlamayla birlikte ortaya
çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren nedenin evrendeki zaman ve mekandan
tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların
üzerinde olduğunu gösteriyor. Aynı zamanda Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu
gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni kapladığını, sadece evrenin içindeki
bir güç olmadığını kanıtlıyor.10
Big
Bang'in en önemli özelliği, bu teoriyle insanların Allah'ın gücünü daha iyi
anlama imkanı bulmalarıdır. İçinde barındırdığı tüm maddelerle birlikte bir
evrenin yoktan meydana gelmesi Allah'ın gücünün en büyük delillerindendir.
Patlama sırasındaki enerjinin hassas dengesi ise, Allah'ın ilminin sonsuzluğunu
düşündürtmeye yönelik çok büyük bir işarettir.
EVRENDEKİ
TEMEL KUVVETLER
Evrendeki
fizik kurallarının Büyük Patlama'nın ardından ortaya çıktığından bahsetmiştik.
Bu kurallar bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört temel kuvvet"
çevresinde toplanır. Bu kuvvetler evrendeki bütün düzeni ve sistemi oluşturmak
için Büyük Patlama'dan hemen sonra, ilk atom altı parçacıkların oluşumuyla
birlikte ve özel olarak belirlenmiş zamanlarda ortaya çıkmışlardır. Atomlar,
yani madde evreni, ancak bu kuvvetlerin etkisiyle var olabilmiş ve evrene çok
düzenli bir tasarımla dağılmışlardır. Bu kuvvetler yerçekimi kuvveti olarak
bildiğimiz kütle çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve
zayıf nükleer kuvvettir. Bunların hepsi birbirinden farklı şiddete ve etki
alanına sahiptir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını
belirlerler. Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise,
atomların arasındaki ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki
dengeyi belirlerler. Yeryüzündeki bu kusursuz düzen, bu kuvvetlerin çok hassas
değerlerinin bir sonucudur. İlginç olan ise bu kuvvetlerin birbirleri ile
karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü Big Bang sonrasında ortaya
çıkan ve evrene dağılan maddeler, aralarında uçurumlar olan bu kuvvetlere göre
belirlenmiştir. Bu kuvvetlerin farklı değerlerini birbirlerine oranla şöyle
gösterebiliriz:
Güçlü
nükleer kuvvet : 15
Zayıf
nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3
Yer
çekimi kuvveti : 5.90 x 10-39
Elektromanyetik
kuvvet : 3.05 x 10-12
Bu temel
kuvvetler, mükemmel bir güç dağılımı ile madde evreninin oluşmasına imkan
verirler. Kuvvetler arasındaki bu oran o kadar hassas bir denge üzerine
kuruludur ki, ancak ve ancak bu oranlarla parçacıklar üzerinde gereken etkiyi
yapabilirler.
1.
Çekirdekteki Dev Güç: Güçlü Nükleer Kuvvet
Kitabın
başından bu yana atomun an an nasıl yaratıldığını ve bu yaratılıştaki hassas
dengeleri inceledik. Çevremizde gördüğümüz her şeyin, kendimiz de dahil olmak
üzere atomlardan oluştuğunu ve bu atomların da pek çok parçacıktan meydana
geldiğini gördük. Peki bir atomun çekirdeğini oluşturan tüm bu parçacıkları bir
arada tutan güç nedir? İşte çekirdeği bir arada tutan ve fizik kurallarının tanımlayabildiği
en şiddetli kuvvet olan bu kuvvet, "güçlü nükleer kuvvet"tir.
Bu kuvvet
atomun çekirdeğindeki protonların ve nötronların dağılmadan bir arada
durmalarını sağlar. Atomun çekirdeği bu şekilde oluşur. Bu kuvvetin şiddeti o
kadar fazladır ki, çekirdeğin içindeki protonların ve nötronların adeta
birbirine yapışmasını sağlar. Bu yüzden bu kuvveti taşıyan çok küçük
parçacıklara Latince'de "yapıştırıcı" anlamına gelen
"gluon" denilmektedir. Bu yapışmanın şiddeti çok hassas ayarlanmıştır.
Bu yapıştırıcının kuvveti protonların ve nötronların birbirlerine istenilen
mesafede bulunmalarını sağlamak için özel olarak tespit edilmiştir. Söz konusu
kuvvet biraz daha yapıştırıcı olsa protonlar ve nötronlar birbirlerinin içine
geçecek, biraz daha az olsa dağılıp gideceklerdi. İşte bu kuvvet Büyük
Patlama'nın ilk saniyelerinden beri atomun çekirdeğinin oluşması için gerekli
olan yegane değere sahiptir.
Güçlü
nükleer kuvvetin açığa çıktığı zaman ne kadar büyük tahrip gücü olduğunu bize
Hiroşima ve Nagazaki'deki tecrübeler göstermiştir. İlerleyen bölümlerde daha
ayrıntılı olarak inceleyeceğimiz atom bombalarının bu denli etkili olmasının
tek sebebi atom çekirdeğinde saklanan bu gücün açığa çıkmasıdır.
2. Atomun
Emniyet Kemeri: Zayıf Nükleer Kuvvet
Şu an
yeryüzündeki düzeni sağlayan en önemli etkenlerden biri de atomun kendi içinde
dengeli bir yapıya sahip olmasıdır. Bu denge sayesinde maddeler bir anda
bozulmaya uğramaz ve insanlara zarar verebilecek ışınları yaymaz. Atom bu
dengesini çekirdeğindeki protonlarla nötronlar arasında var olan "zayıf
nükleer kuvvet" sayesinde elde eder. Bu kuvvet özellikle içinde fazla
nötron ve proton bulunduran çekirdeklerin dengesini sağlamada önemli bir rol
oynar. Bu dengeyi sağlarken gerekirse bir nötron protona dönüşebilir.
Bu işlem sonucunda
çekirdekteki proton sayısı değiştiği için, artık atom da değişmiş, farklı bir
atom olmuştur. Burada sonuç çok önemlidir. Bir atom parçalanmadan, başka bir
atoma dönüşmüş ve varlığını korumaya devam etmiştir. İşte bu şekilde de
canlılar kontrolsüz bir şekilde çevreye dağılıp insanlara zarar verecek
parçacıklardan gelebilecek tehlikelere karşı adeta bir emniyet kemeri gibi
korunmuş olur.
3.
Elektronları Yörüngede Tutan Kuvvet: Elektromanyetik Kuvvet
Bu
kuvvetin keşfedilmesi fizik dünyasında bir çığır açtı. Her cismin kendi yapısal
özelliğine göre bir "elektrik yükü" taşıdığı ve bu elektrik yükleri
arasında bir kuvvet olduğu öğrenilmiş oldu. Bu kuvvet zıt elektrik yüklü
parçacıkların birbirini çekmesini, aynı yüklü parçacıkların da birbirlerini
itmelerini sağlar. Bu sayede bu kuvvet atomun çekirdeğindeki protonlarla
çevresindeki yörüngelerde dolaşan elektronların birbirlerini çekmelerini
sağlar. İşte bu şekilde atomu oluşturacak iki ana unsur olan
"çekirdek" ve "elektronlar" bir araya gelme fırsatı bulurlar.
Bu
kuvvetin şiddetindeki en ufak bir farklılık elektronların çekirdek etrafından
dağılmasına ya da çekirdeğe yapışmasına neden olur. Her iki durumda da atomun,
dolayısıyla madde evreninin oluşması imkansız hale gelir. Oysa bu kuvvet ilk
ortaya çıktığı andan itibaren sahip olduğu değer sayesinde çekirdekteki
protonlar elektronları atomun oluşması için gereken en uygun şiddette çeker.
4. Evreni
Yörüngelerde Tutan Kuvvet: Yerçekimi Kuvveti
Bu kuvvet
algılayabildiğimiz tek kuvvet olmasına rağmen, aynı zamanda da hakkında en az
bilgi sahibi olduğumuz kuvvettir. Yerçekimi olarak bildiğimiz bu kuvvetin
gerçek adı "kütle çekim kuvveti"dir. Şiddeti diğer kuvvetlere göre en
düşük kuvvet olmasına rağmen, çok büyük kütlelerin birbirini çekmelerini sağlar.
Evrendeki galaksilerin, yıldızların birbirlerinin yörüngelerinde kalmalarının
nedeni bu kuvvettir. Dünyanın ve diğer gezegenlerin Güneş'in etrafında belirli
bir yörüngede kalabilmelerinin nedeni de yine yerçekimi kuvvetidir. Bizler bu
kuvvet sayesinde yeryüzünde yürüyebiliriz. Bu kuvvetin değerlerinde bir azalma
olursa yıldızlar yerinden kayar, dünya yörüngesinden kopar, bizler dünya
üzerinden uzay boşluğuna dağılırız. En ufak bir artma olursa da yıldızlar
birbirine çarpar, dünya güneşe yapışır ve bizler de yer kabuğunun içine
gireriz. Tüm bunlar çok uzak ihtimaller olarak görülebilir, ama bu kuvvetin şu
an sahip olduğu şiddetinin dışına çok kısa bir süre dahi çıkması, bu sonlarla
karşılaşmak için yeterlidir.
Bu konuda
araştırma yapan bütün bilim adamları bahsettiğimiz temel kuvvetlerin büyük bir
özenle tespit edilmiş olmasının, evrenin varlığı için vazgeçilmez olduğunu
kabul etmektedir.
Ünlü
moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology
Reveal Purpose in the Universe (Doğanın Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki
Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında bu gerçeği şöyle vurgular:
Eğer
yerçekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü olsaydı, o zaman evren çok daha
küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa sürerdi. Ortalama bir yıldızın
kütlesi, şu anki Güneşimiz'den bir trilyon kat daha küçük olurdu ve yaşama
süresi de bir yıl kadar olabilirdi. Öte yandan, eğer yerçekimi kuvveti birazcık
bile daha güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da galaksi asla oluşamazdı. Diğer
kuvvetler arasındaki dengeler de son derece hassastır. Eğer güçlü nükleer
kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman evrendeki tek kararlı element
hidrojen olurdu. Başka hiçbir atom oluşamazdı. Eğer güçlü nükleer kuvvet,
elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü olsaydı, o zaman da
evrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde iki proton bulunduran bir atom
olurdu. Bu durumda evrende hiç hidrojen olmayacak, yıldızlar ve galaksiler
oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı. Açıkçası, eğer bu
temel güçler ve değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tamı tamına sahip
olmasalar, hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Hayat da
olmayacaktı.11
Ünlü
fizikçi Paul Davies ise, evrendeki fizik yasalarının bu tespit edilmiş ölçüleri
karşısındaki hayranlığını şöyle ifade eder:
Ve insan
kozmolojiyi araştırdıkça, inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir.
Evrenin başlangıcı hakkındaki son bulgular, genişlemekte olan evrenin,
hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.12
Tüm
evrende bu temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve kusursuz bir
düzen hüküm sürmektedir. Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi kusursuzca yoktan
var eden Allah'tır. En küçük kuvvetle yıldızları yörüngelerinde tutan, en şiddetli
kuvvetle küçücük atomun çekirdeğini kaynaştıran alemlerin Rabbi olan Allah'tır.
Bütün kuvvetler O'nun koyduğu "ölçü"lere göre hareket eder. Allah
evrenin yaratılışındaki düzene, "belli bir ölçüyle" hesaplanmış
dengelere bir Kuran ayetinde söyle dikkat çekmiştir:
Göklerin ve
yerin mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan
Suresi, 2)
2. BÖLÜM
ATOMUN YAPISI
ATOMUN YAPISI
Hava, su, dağlar, hayvanlar, bitkiler, vücudunuz,
oturduğunuz koltuk, kısacası en ağırından en hafifine kadar gördüğünüz,
dokunduğunuz, hissettiğiniz her şey atomlardan meydana gelmiştir. Elinizde
tuttuğunuz kitabın her bir sayfası milyarlarca atomdan oluşur. Atomlar öyle
küçük parçacıklardır ki, en güçlü mikroskoplarla dahi bir tanesini görmek
mümkün değildir. Bir atomun çapı ancak milimetrenin milyonda biri kadardır.
Bu
küçüklüğü bir insanın gözünde canlandırması pek mümkün değildir. O yüzden bunu
bir örnekle açıklamaya çalışalım:
Elinizde
bir anahtar olduğunu düşünün. Kuşkusuz bu anahtarın içindeki atomları
görebilmeniz mümkün değildir. Atomları mutlaka görmek istiyorum diyorsanız,
elinizdeki anahtarı dünyanın boyutlarına getirmeniz gerekecektir. Elinizdeki
anahtar dünya boyutunda büyürse, işte o zaman anahtarın içindeki her bir atom
bir kiraz büyüklüğüne ulaşır ve siz de onları görebilirsiniz.13
Yine bu
küçüklüğü kavrayabilmek ve her yerin nasıl atomlarla dolu olduğunu görebilmek
için bir örnek daha verelim:
Tek bir
tuz tanesinin tüm atomlarını saymak istediğimizi düşünelim. Saniyede bir milyar
(1.000.000.000) tane sayacak kadar hızlı olduğumuzu da varsayalım. Bu dikkate
değer beceriye karşın, bu ufacık tuz tanesi içindeki atom sayısını tam olarak
tesbit edebilmek için beşyüz yıldan fazla bir zamana ihtiyacımız olacaktır.14
Peki bu
kadar küçük bir yapının içinde ne vardır?
Bu derece
küçük olmasına rağmen atomun içinde evrende gördüğümüz sistemle
kıyaslanabilecek kadar kusursuz, eşsiz ve kompleks bir sistem bulunmaktadır.
Her atom,
bir çekirdek ve çekirdeğin çok uzağındaki yörüngelerde dönüp-dolaşan
elektronlardan oluşmuştur. Çekirdeğin içinde ise proton ve nötron ismi verilen
başka parçacıklar vardır.
Bu
bölümde, canlı-cansız her şeyin temelini oluşturan atomun olağanüstü yapısını
ve atomların nasıl birleşerek molekülleri, dolayısıyla maddeyi oluşturduğunu
inceleyeceğiz.
Çekirdekte
Saklı Güç
Çekirdek,
atomun tam merkezinde bulunmaktadır ve atomun niteliğine göre belirli sayılarda
proton ve nötrondan oluşmuştur. Çekirdeğin yarıçapı, atomun yarıçapının onbinde
biri kadardır. Rakam olarak verirsek; atomun yarıçapı 10-8
(0,00000001) cm, çekirdeğin yarıçapı ise 10-12 (0,000000000001) cm
kadardır. Dolayısıyla çekirdeğin hacmi, atomun hacminin 10 milyarda biri eder.
Bu
büyüklüğü (daha doğrusu küçüklüğü) yine gözümüzde canlandıramayacağımıza göre,
kiraz örneğimizden devam edebiliriz. Biraz önce bahsettiğimiz gibi elinizdeki
anahtarı dünya boyutlarına getirdiğinizde ortaya çıkan kiraz büyüklüğündeki
atomların içinde çekirdeği arayalım. Ama bu arayış boşunadır, çünkü böyle bir
ölçekte bile çok daha küçük olan çekirdeği gözlemleme olanağımız kesinlikle
yoktur. Gerçekten bir şey görebilmek istiyorsak yeniden ölçü değiştirmek
gerekecektir. Atomumuzu temsil eden kiraz yeniden büyüyüp iki yüz metre
yüksekliğinde kocaman bir top olmalıdır. Bu akıl almaz boyuta karşın atomumuzun
çekirdeği yine de çok küçük bir toz tanesinden daha iri bir duruma
gelmeyecektir.15
Öyle ki,
çekirdeğin 10-13 cm olan çapı ile, atomun 10-8 cm olan
çapını kıyasladığımızda şöyle bir sonuç ortaya çıkar: Atomu bir küre şeklinde
kabul ederek bu küreyi tamamen çekirdekle doldurmak istediğimiz takdirde bu iş
için 1015 (1.000.000.000.000.000) atom çekirdeği gerekecektir.16
Ancak
bundan daha şaşırtıcı bir durum vardır: Boyutları atomun 10 milyarda biri
olmasına rağmen, çekirdeğin kütlesi atomun kütlesinin % 99.95'ini
oluşturmaktadır. Peki bir şey nasıl olur da bir yandan kütlenin yaklaşık
tamamını oluştururken, diğer yandan da hemen hemen hiç yer kaplamaz?
Bunun
sebebi şudur: Atomun kütlesini oluşturan yoğunluk tüm atoma eşit olarak
dağılmamıştır, yani atomun bütün kütlesi atomun çekirdeğinde birikmiştir.
Diyelim ki, sizin 10 milyar metrekarelik bir eviniz var ve bu evin tüm eşyasını
1 metrekarelik bir odada toplamanız gerekiyor. Bunu yapabilir misiniz? Tabii ki
yapamazsınız. Ancak atom çekirdeği dünyada eşi-benzeri olmayan çok büyük bir
güçle bunu yapabilmektedir. Bu gücün kaynağı önceki bölümde ifade ettiğimiz
evrendeki dört temel kuvvetten biri olan "Güçlü Nükleer Kuvvet"dir.
Bu
kuvvetin doğadaki kuvvetlerin en güçlüsü olarak, bir atomun çekirdeğini bir
arada tuttuğundan, onu dağılmaktan kurtardığından bahsetmiştik. Çekirdekteki
protonların hepsi pozitif yüklüdür ve elektromanyetik kuvvet nedeniyle
birbirlerini iterler.
Kısacası
gözle göremeyeceğimiz kadar küçük bir atomun içinde, birbiriyle etkileşim
halinde iki büyük kuvvet bulunur. Bu kuvvetlerin hassas değerleri sayesinde
çekirdek bir bütün olarak kalabilir.
Atomun
boyutlarını ve evrendeki atom sayısını dikkate aldığımızda, ortada muazzam bir
denge ve tasarım olduğunu görmemek mümkün değildir. Öyle ki, evrendeki temel
kuvvetlerin çok özel bir biçimde, büyük bir ilimle ve kudretle yaratıldığı çok
açıktır. İnkarcıların bu yaratılışı gözardı edebilmek için sığındıkları tek
yol, tüm bunların "tesadüfler" sonucu oluştuğunu iddia etmekten öteye
gidememektedir. Oysa olasılık hesapları evrendeki dengelerin
"tesadüfen" oluşma ihtimalinin "sıfır" olduğunu bilimsel
olarak kanıtlamaktadır. Tüm bunlar, Allah'ın varlığının ve kusursuz yaratışının
apaçık delilleridir.
…Rabbim, ilim
bakımından her şeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz? (Enam
Suresi, 80)
Atomdaki
Boşluk
Daha önce
de üzerinde durduğumuz gibi, bir atomun çok büyük bir bölümü boşluktan
oluşmaktadır. Burada her insanın aklına aynı soru gelir: Böyle büyük bir boşluk
neden vardır? Şimdi şöyle düşünelim: Atom, en basit anlatımla içinde bir
çekirdek ve onun çevresinde dönen elektronlardan oluşmaktadır. Çekirdekle
elektronlar arasında başka hiçbir şey yoktur. Bu, "hiçbir şey olmayan"
mikroskobik büyüklük, aslında atom ölçeğine göre çok geniştir. Bu genişliği
şöyle örneklendirebiliriz: Çapı 1 cm. olan küçük bir bilya, çekirdeğe en yakın
elektronu temsil ederse, çekirdek bu bilyadan 1 km. ötede bulunacaktır.17 Bu büyüklüğün kafamızda daha iyi
canlanabilmesi için şöyle bir örnek verebiliriz:
"Temel
parçacıklar arasında çok büyük bir boşluk egemendir. Eğer bir oksijen
çekirdeğinin protonunu şu önümdeki masanın üstünde duran bir toplu iğnenin başı
gibi düşünürsem, o zaman çevresinde dönen elektron Hollanda, Almanya ve
İspanya'dan geçen bir çember çizer. (Bu satırların yazarı Fransa'da
yaşamaktadır.) Onun için, bedenimi oluşturan tüm atomlar birbirlerine değecek
kadar bir araya gelseydi, artık beni göremezdiniz. Zaten, artık beni çıplak gözle
hiçbir zaman gözlemleyemezdiniz: Neredeyse milimetrenin birkaç binde biri
boyutunda ufacık bir toz kadar olurdum."18
İşte bu
noktada evrende bilinen en büyük mekanla, en küçük mekan arasında bir benzerlik
ortaya çıktığını fark ederiz. Öyle ki, gözlerimizi yıldızlara çevirirsek, orada
da atomdakine benzer bir boşlukla karşılaşırız. Yıldızlar arasında da,
galaksiler arasında da milyarlarca kilometrelik boşluklar mevcuttur. Ama bu
boşlukların her ikisinde de insan aklını zorlayan, anlama kapasitesini aşan bir
düzen hakimdir.
Çekirdeğin
İçi: Proton ve Nötronlar
1932
yılına dek, çekirdeğin proton ve elektronlardan oluştuğu sanılıyordu.
Çekirdeğin içinde protonla beraber elektronların değil nötronların olduğu ancak
o tarihte keşfedilebildi. (Ünlü bilim adamı Chadwick 1932 yılında çekirdeğin
içinde nötronun varlığını ispatladı ve bu keşfiyle Nobel ödülü kazandı.) İşte
insanoğlunun atomun gerçek yapısıyla tanışması bu kadar yakın tarihte
gerçekleşti.
Atom
çekirdeğinin ne kadar küçük boyutta olduğundan daha önce bahsetmiştik. Atom
çekirdeğinin içine sığabilen bir protonun büyüklüğü ise 10-15 metredir.
Bu kadar
küçük bir parçacığın insan hayatında pek bir önemi olamayacağını
düşünebilirsiniz. Ancak, insan aklının kavramakta çok zorluk çektiği bir
küçüklükte olan bu parçacıklar aslında çevrenizde gördüğünüz her şeyin temelini
oluşturur.
Evrendeki
Çeşitliliğin Kaynağı
Şu ana
kadar tespit edilebilmiş 109 tane element vardır. Tüm evren, dünyamız,
canlı-cansız bütün varlıklar, bu 109 elementin çeşitli biçimlerde birleşmeleriyle
oluşmuştur. Buraya kadar tüm elementlerin birbirinin benzeri atomlardan
oluştuğunu gördük; atomlar da birbirinin aynı parçacıklardan oluşuyordu. Peki
madem elementleri oluşturan bütün atomlar aynı parçacıklardan oluşuyor, o halde
elementleri farklı kılan, sınırsız çeşitlilikte maddeyi oluşturan nedir?
Elementleri
temelde birbirlerinden farklı kılan şey, atomlarının çekirdeklerindeki proton
sayılarıdır. En hafif element olan hidrojen atomunda bir proton, ikinci en
hafif element olan helyum atomunda iki proton, altın atomunda 79 proton,
oksijen atomunda 8 proton, demir atomunda 26 proton vardır. İşte altını
demirden, demiri oksijenden ayıran özellik, yalnızca atomlarının proton
sayılarındaki bu farklılıktır. Soluduğumuz hava, vücudumuz, herhangi bir bitki
veya bir hayvan ya da uzaydaki bir gezegen, canlı-cansız, acı-tatlı, katı-sıvı
her şey... Bunların hepsi sonuçta proton-nötron-elektronlardan meydana
gelirler.
Fiziksel
Varlığın Sınırı: Kuarklar
Günümüzden
20 yıl öncesine kadar atomları oluşturan en küçük parçacıkların protonlar ve
nötronlar oldukları sanılıyordu. Ancak çok yakın bir tarihte, atomun içinde bu
parçacıkları oluşturan çok daha küçük parçacıkların var olduğu keşfedildi.
Bu
buluştan sonra, atomun içindeki "alt parçacıkları" ve onların kendilerine
has hareketlerini incelemek üzere "Parçacık Fiziği" isimli bir fizik
dalı ortaya çıkmıştır. Parçacık fiziğinin yaptığı araştırmalar şu gerçeği açığa
çıkarmıştır: Atomu oluşturan proton ve nötronlar da aslında "kuark"
adı verilen daha alt parçacıklardan oluşmaktadırlar.
İnsan
aklının kavrama sınırlarını aşan küçüklükteki protonu oluşturan kuarkların
boyutu ise daha da hayret vericidir: 10-18 (0,000000000000000001) metre.
Protonun
içinde bulunan kuarklar hiçbir şekilde birbirlerinden çok fazla uzaklaştırılamazlar;
çünkü, çekirdeğin içindeki parçacıkları bir arada tutmaya yarayan "güçlü
nükleer kuvvet" burada da etki etmektedir. Bu kuvvet, kuarklar arasında
adeta bir lastik bant gibi görev yapar. Kuarkların arası açıldıkça bu kuvvet
büyür ve iki kuark birbirinden en fazla 1 metrenin katrilyonda biri kadar
uzaklaşabilir. Kuarklar arasındaki bu lastik bağlar, güçlü nükleer kuvveti
taşıyan gluonlar sayesinde oluşur. Kuarklarla gluonlar birbirleriyle son derece
güçlü bir iletişim halindedir. Ancak, bilim adamları bu iletişimin nasıl
gerçekleştiğini halen keşfedememişlerdir.
"Parçacık
Fiziği" alanında hiç durmadan parçacıklar dünyasını aydınlatmak için
araştırmalar yapılmaktadır. Fakat insanoğlu, sahip olduğu akıl, bilinç ve
bilgiye rağmen kendisiyle birlikte her şeyi oluşturan özü ancak yeni yeni
keşfedebilmektedir. Üstelik bu özün içine girdikçe konu daha da detaylanmakta,
insan kuark ismini verdiği parçacığın 10-18 m.lik sınırında takılmaktadır. Peki
bu sınırın da altında ne vardır?
Bugün
bilim adamları bu konu ile ilgili çeşitli tezler öne sürerler, ama yukarıda da
belirttiğimiz gibi bu sınır fiziksel evrenin son noktasıdır. Bunun altında
bulunacak olan her şey madde ile değil, ancak enerji ile ifade edilebilir. Asıl
önemli olan nokta ise, insanın tüm teknolojik imkanlarına rağmen yeni
keşfedebildiği bir mekanda çok büyük dengelerin, fizik kanunlarının zaten bir
saat gibi işliyor olmasıdır. Üstelik bu mekan evrendeki tüm maddenin ve insanın
da yapı taşını oluşturan atomun içidir.
İnsan ise
kendi vücudundaki organlarda, sistemlerde her saniye işleyen bu kusursuz
mekanizmadan yeni yeni haberdar olmaya başlamıştır. Bunları oluşturan
hücrelerin mekanizmalarını öğrenmesi ise ancak son birkaç on yıla dayanır.
Hücrenin temelindeki atomların, atomların içindeki proton ve nötronların, ve
bunların da içindeki kuarkların mekanizmalarındaki üstün yaratılış ise, inançlı
olsun ya da olmasın herkesi hayrete düşürecek bir mükemmelliktedir. Burada asıl
üzerinde düşünülmesi gereken konu ise, tüm bu kusursuz mekanizmaların insan
yaşamındaki her saniye boyunca, insanın herhangi bir müdahalesi olmadan,
tamamen kontrolü dışında muntazam bir şekilde çalışmasıdır. Tüm bunların üstün
bir güç ve bilgi sahibi olan Allah tarafından var edildiği ve denetiminin de
yine Allah'a ait olduğu, akıl ve vicdan sahibi her insan için çok açık bir
gerçektir.
Göklerde ve
yerde olan ne varsa O'ndan ister. O, her gün bir iştedir.
Şu halde
Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz? (Rahman Suresi, 29-30)
Atomun
Diğer Ucu: Elektronlar
Elektronlar
tıpkı dünyanın güneş çevresinde dönerken, aynı zamanda kendi çevresinde dönmesi
gibi, atom çekirdeğinin çevresinde dönen parçacıklardır. Aynı, gezegenlerde
olduğu gibi bu dönüş, bizim yörünge adını verdiğimiz yollarda, çok büyük bir
düzen içinde ve hiç durmaksızın gerçekleşir. Fakat dünyayla güneşin
büyüklükleri arasındaki oran ile atomun içindeki oran çok farklıdır. Eğer
elektronların büyüklüğü ile dünyanın büyüklüğü arasında bir kıyas yapmak
gerekirse, bir atomu dünya kadar büyütsek, elektron sadece bir elma boyutuna
gelecektir.19
En güçlü
mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp-duran onlarca
elektron, atomun içinde çok karışık bir trafik yaratır. Burada dikkat çeken en
önemli nokta, çekirdeği elektrik yükünden oluşan bir zırh gibi kuşatan bu
elektronların atomun içinde en ufak bir kazaya yol açmamalarıdır. Üstelik
atomun içinde yaşanacak en ufak bir kaza atom için felaket olabilir. Ama böyle
bir kaza asla gerçekleşmez; tüm işleyiş mükemmel bir düzen ve kusursuz bir
sistem içinde devam eder. Çekirdeğin çevresinde saniyede 1.000 km. gibi akıl
almaz bir hızla hiç durmadan dönen elektronlar, birbirleriyle bir kez bile
çarpışmazlar. Birbirlerinden herhangi bir farkları bulunmayan bu elektronların
farklı farklı yörüngelerde bulunmaları, son derece hayranlık uyandırıcıdır.
Kütleleri ve hızları birbirlerinden farklı olsaydı çekirdeğin etrafında farklı
yörüngelere dizilmeleri doğal karşılanabilirdi.
Nitekim
Güneş Sistemimiz'deki gezegenlerin dizilişi bu mantıktadır. Yani birbirinden
kütle ve hız olarak tamamen farklı olan gezegenler, doğal olarak Güneş'in
etrafında farklı yörüngelere yerleşmişlerdir. Ama atomdaki elektronların durumu
bu gezegenlerden tamamen farklıdır. Tıpatıp birbirlerinin benzeri olan
elektronların niçin çekirdek etrafında farklı yörüngelere sahip oldukları, bu
yörüngeleri nasıl şaşmadan takip ettikleri, akıl almaz küçüklükteki boyutlarda
akıl almaz büyüklükteki süratleriyle nasıl çarpışmadıkları soruları bizleri tek
bir noktaya götürür. Bu eşsiz düzen ve hassas dengede karşımıza çıkan tek
gerçek Allah'ın kusursuz yaratışıdır:
O Allah ki,
yaratandır, (en güzel bir biçimde) kusursuzca var edendir, 'şekil ve suret'
verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu
tesbih etmektedir. O, Aziz, Hakimdir. (Haşr Suresi, 24)
Elektronlar,
nötron ve protonların neredeyse ikibinde biri kadar ufak parçacıklardır. Bir
atomda, protonlarla eşit sayıda elektron bulunur ve her elektron her bir
protonun taşıdığı artı (+) yüke eşit değerde eksi (-) yük taşır. Çekirdekteki
toplam artı (+) yük ile elektronların toplam eksi (-) yükü birbirini dengeler
ve atom nötr olur.
Elektronların,
taşıdıkları elektrik yükü itibariyle bazı fizik kurallarına uymaları gerekir.
Bu fizik kuralları "aynı elektrik yüklerinin birbirini itmesi ve zıt
yüklerin birbirlerini çekmesi"dir.
İlk
olarak, normal koşullarda hepsi eksi yüklü olan elektronların bu kurala uyup
birbirlerini itmeleri ve çekirdeğin etrafından dağılıp-gitmeleri gerekir. Ancak
durum böyle olmaz. Eğer, elektronlar çekirdeğin etrafından dağılsaydı, tüm
evren boşlukta dolaşan, proton, nötron ve elektronlardan ibaret olurdu. İkinci
olarak; artı yüke sahip olduğu için çekirdeğin, eksi yüklü elektronları kendine
çekmesi ve elektronların da çekirdeğe yapışmaları gerekirdi. Böyle bir durumda
da çekirdek bütün elektronları çeker ve atom kendi içine çökerdi.
Ancak bu
olumsuzlukların hiçbiri olmaz. Elektronların az önce belirttiğimiz (1.000 km/s)
olağanüstü kaçış hızları, bunların birbirlerine uyguladıkları itici kuvvet ve
çekirdeğin elektronlara uyguladığı çekim kuvveti o kadar hassas değerler
üzerine kurulmuştur ki, bu üç zıt etken birbirini mükemmel bir şekilde
dengeler. Sonuçta atomdaki bu muazzam sistem dağılıp parçalanmadan sürüp gider.
Atoma etki eden bu kuvvetlerden tek bir tanesinin, olması gerekenden biraz daha
fazla veya biraz daha az olması atomun hiçbir zaman var olmamasına neden
olurdu.
Bu
etkenlerin yanı sıra, çekirdekteki protonları ve nötronları birarada tutan
nükleer kuvvetler olmasaydı, eşit yüke sahip olan protonlar değil kenetlenmek,
birbirlerine yaklaşamayacaklardı bile. Aynı şekilde nötronlar da çekirdeğe
hiçbir şekilde bağlanamayacaklardı. Bunun sonucunda çekirdek, dolayısıyla atom
diye bir şey olmayacaktı.
Bütün bu
ince hesaplar, tek bir atomun bile başıboş olmayıp, Allah'ın kusursuz
denetiminde hareket ettiğinin bir göstergesidir. Aksi takdirde içinde
yaşadığımız evrenin daha başlamadan sonunun gelmesi kaçınılmaz olurdu. Daha
başlangıç anında bu süreç tersine döner, evren oluşamazdı. Ancak her şeyin
Yaratıcısı, sonsuz güç ve ilim sahibi olan Allah, evrendeki tüm dengeler gibi,
atomun içinde de çok hassas dengeler kurmuştur ve bu sayede atom, mükemmel bir
düzen ile varlığını sürdürmektedir.
Allah'ın
yarattığı bu denge, bilim adamları tarafından yıllar boyunca araştırılarak
çözülmeye çalışılmış ve sonunda gözlenen olaylara sadece çeşitli isimler
takılmıştır: "elektromanyetik kuvvet", "güçlü nükleer
kuvvet", "zayıf nükleer kuvvet", "kütlesel çekim
kuvveti"… Ancak, kitabın girişinde de değindiğimiz gibi, kimse
"Neden?" sorusu üzerinde düşünmemiştir. Örneğin, neden bu kuvvetler
belirli şiddetlere, belirli kurallara göre hareket ederler? Neden bu
kuvvetlerin etkili oldukları alanlar, takip ettikleri kurallar ve bu
kuvvetlerin şiddetleri büyük bir uyum içindedir?
Bütün bu
sorular karşısında bilim adamları çaresiz kalmışlardır. Çünkü yapabildikleri
sadece olayların hangi sırayla geliştiğini tahmin etmektir. Fakat yaptıkları
araştırmaların sonucunda tartışmasız bir gerçek ortaya çıkmıştır. Evrenin her
yerinde tek bir atomu dahi başıboş bırakmayan bir akıl ve irade sahibinin
müdahalesi görülür. Bu şekilde bütün kuvvetleri bir uyum içinde bir arada tutan
tek bir güç vardır, o da gücün ve kudretin tümünü kendisinde barındıran
Allah'tır. Allah dilediği anda dilediği yerde kudretini tecelli ettirmektedir.
En küçük atomundan uçsuz bucaksız galaksilere kadar tüm evren de ancak Allah'ın
dilemesi ve her an ayakta tutması ile varlığını sürdürmektedir.
Allah,
Kuran'da Kendisi’nden başka kuvvet olmadığını haber verirken, bunun bilincine
varamayıp Kendi yarattığı aciz varlıkları (canlı olsun. cansız olsun), O'ndan
bağımsız bir güç ve kuvvet sahibi sanarak o yaratıklara ilahi vasıflar
yükleyenlerin sonunu şöyle bildirmektedir:
... O
zulmedenler, azaba uğrayacakları zaman, muhakkak bütün kuvvetin tümüyle
Allah'ın olduğunu ve Allah'ın vereceği azabın gerçekten şiddetli olduğunu bir
bilselerdi. (Bakara Suresi, 165)
Bugüne
kadar hiçbir bilim adamı atomdaki, dolayısıyla evrendeki kuvvetlerin sebebini,
kaynağını ve niçin belli durumlarda belli kuvvetlerin ortaya çıktığını izah
edememiştir. Bilimin yaptığı sadece gerçekleri gözlemlemek ve bunları ölçüp
birer "isim" takmaktır.
Bu tür
"isim takmalar" bilim dünyasında büyük buluşlar olarak
değerlendirilir. Halbuki, bilim adamları evrende yeni bir denge oluşturmaya,
yeni bir sistem kurmaya değil, sadece evrende var olan mevcut dengeyi
kavramaya-çözmeye çalışmaktadırlar. Yapılan şey de çoğunlukla, Allah'ın
evrendeki sayısız yaratılış harikasından birini bir ucundan gözlemleyip buna
bir isim vermekten ibarettir. Allah'ın yarattığı üstün bir sistemi veya yapıyı
tespit eden bir bilim adamı çeşitli bilimsel ödüllere layık görülür,
yüceltilir, insanlar ona hayranlık duyarlar. Bu durumda asıl yüceltilmesi
gereken hiç şüphesiz o yapıyı yoktan var eden, akıl almaz derece hassas
dengeler ve karmaşık hesaplarla donatan ve bunun gibi daha sayısız, olağanüstü
harikaları yaratan, Rahman ve Rahim olan Allah'tır.
Allah, yedi
göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan
iner; sizin gerçekten Allah'ın her şeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah'ın
ilmiyle her şeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için. (Talak Suresi, 12)
Elektronların
Yörüngesi
En güçlü
mikroskopların bile göremeyeceği kadar küçük bir alanda dönüp duran onlarca
elektron, daha önce de belirtildiği gibi atomun içinde son derece karışık bir
trafik yaratırlar. Ancak bu trafik, en sistemli şehir trafiğiyle bile kıyas
edilemeyecek kadar düzenlidir ve elektronlar hiçbir şekilde birbirleriyle
çarpışmazlar. Çünkü elektronların her birinin ayrı bir yörüngesi vardır ve bu
yörüngeler hiçbir zaman birbiriyle çakışmaz.
Atom
çekirdeğinin çevresinde 7 tane yörünge vardır. Asla değişmeyen bu 7 yörüngedeki
elektron sayısı da bir matematiksel formülle belirlenmiştir: 2n2. Atomların tüm
yörüngelerinde bulunabilecek en fazla elektron sayısı işte bu formülle
sabitlenmiştir (formüldeki "n" harfi, yörünge numarasını belirtir).
Evreni
oluşturan sınırsız sayıdaki atomun elektron yörüngelerinin asla şaşmadan 2n2
formülüne uyarak belirli bir sayıda kalmaları bir düzenin göstergesidir.
Elektronlar inanılmaz hızlarda hareket etmelerine
rağmen, atomun içinde herhangi bir kargaşanın çıkmaması da yine bu eşsiz
düzenin bir devamıdır. Bu, tesadüflerin asla açıklayamayacağı bir düzendir. Bu
düzenin var olabilmesinin tek açıklaması Kuran'da bildirildiği gibi Allah'ın
her şeyi kudretinin bir tecellisi olarak düzen ve intizam içinde yaratmış
olmasıdır. Allah yarattığı bu düzeni Kuran ayetlerinde şöyle haber vermiştir:
... Allah, her
şey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 3)
... her şeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan
Suresi, 2)
... O'nun
Katında her şey bir miktar (ölçü) iledir. O, gaybı da, müşahede edileni de
bilendir. Pek büyüktür, yücedir. (Rad Suresi, 8-9)
Yere (gelince,)
onu döşeyip-yaydık, onda sarsılmaz-dağlar bıraktık ve onda her şeyden ölçüsü
belirlenmiş ürünler bitirdik. (Hicr Suresi, 19)
Gökyüzü, Onu
da yükseltti ve mizanı (ölçüyü) koydu. (Rahman Suresi, 7)
Güneş ve ay
(belli) bir hesap iledir. (Rahman Suresi, 5)
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi alemlerin Rabbi olan Allah, her şeyi kusursuz bir ölçü, hesap
ve düzen içinde yaratandır. Bu ölçü ve hesap, atomun en küçük parçacığından
uzaydaki devasa gök cisimlerine, güneş sistemlerine, galaksilere kadar,
bunların arasındakiler de dahil, bütün varlıklar alemini içine alır. Bu da
Allah'ın sonsuz gücünün, ilminin, sanatının ve hikmetinin bir sonucudur. Allah,
yarattığı varlıklardaki ve sistemlerdeki mükemmel ölçü, düzen, denge ve
hesaplarla bu sıfatlarını insanlara tanıtır. Sonsuz kudretini gözler önüne
serer. İşte bütün bilimsel araştırmaların, hesaplamaların insanı ulaştırması
gereken asıl gerçek budur.
Dalga mı,
Parçacık mı?
Elektronlar
ilk keşfedildiklerinde, bunların tıpkı çekirdeğin içinde bulunan proton ve
nötron gibi parçacıklar oldukları sanılıyordu. Ancak daha sonra yapılan
deneylerde aynı ışık parçacıkları yani fotonlar gibi dalga özellikleri de
gösterdikleri ortaya çıktı.
Işığın,
tıpkı havuza atılan bir taşın su yüzeyinde yaptığı dalgalanmalar gibi yayıldığı
bilinmektedir. Ancak ışık, bazen de sanki maddi parçacık özelliği taşımakta ve
pencere camına vuran yağmur damlaları gibi kesik kesik, aralıklı darbeler
halinde gözlenmektedir. İşte aynı ikilem bu kez elektronda da yaşandı. Tabii bu
durum bilim dünyasında büyük bir kargaşa yarattı. Bu kargaşa ünlü Kuramsal
Fizik Profesörü Richard P. Feynman'ın sözleriyle şöyle çözüldü:
Elektronların
ve ışığın nasıl davrandıklarını artık biliyoruz. Nasıl mı davranıyorlar?
Parçacık gibi davrandıklarını söylersem yanlış izlenime yol açmış olurum. Dalga
gibi davranırlar desem, yine aynı şey. Onlar kendilerine özgü, benzeri olmayan
bir şekilde hareket ederler. Teknik olarak buna "kuantum mekaniksel bir
davranış biçimi" diyebiliriz. Bu, daha önce gördüğünüz hiçbir şeye benzemeyen
bir davranış biçimidir... Bir atom, bir yayın ucuna asılmış sallanan bir
ağırlık gibi davranmaz. Küçücük gezegenlerin yörüngeler üzerinde hareket
ettikleri minyatür bir güneş sistemi gibi de davranmaz. Çekirdeği saran bir
bulut veya sis tabakasına da pek benzemez. Daha önce gördüğünüz hiçbir şeye
benzemeyen bir şekilde davranır. En azından bir basitleştirme yapabiliriz:
Elektronlar bir anlamda tıpkı fotonlar gibi davranırlar; ikisi de
"acayiptir", ama aynı şekilde. Nasıl davrandıklarını algılamak bir hayli
hayal gücü gerektirir; çünkü açıklayacağımız şey bildiğimiz her şeyden
farklıdır.21
Bilim
adamları, elektronların bu şekilde davranmalarını hiçbir şekilde
açıklayamadıkları için çözüm olarak bu harekete yeni bir isim takmışlardır:
"Kuantum Mekaniksel Hareket". Bu noktada görülen olağanüstülüğü ve
düştüğü hayreti yine Profesör Feynman, "…kendinize sürekli "Ama bu
nasıl olabilir?" diye sormayın; çünkü çabanız boşunadır; şimdiye kadar hiç
kimsenin kurtulamadığı bir çıkmaz sokağa girersiniz. Bunun neden böyle olabildiğini
hiç kimse bilmiyor." sözleriyle dile getirmektedir.22
Ancak,
burada Feynman'ın bahsettiği "çıkmaz sokak" aslında çıkmaz değildir.
Burada bazılarının bir türlü işin içinden çıkamamalarının sebebi, ortadaki açık
delillere rağmen bu inanılmaz sistemlerin ve dengelerin üstün bir Yaratıcı
tarafından var edildiğini kabul edememeleridir. Halbuki durum son derece
açıktır: Allah evreni yoktan var etmiş, olağanüstü dengelere dayalı ve örneksiz
olarak yaratmıştır. İçinden bir türlü çıkılamayan, anlaşılamayan ve bilim
adamlarının her fırsatta "Ama bu nasıl olabilir?" diye kendi
kendilerine sordukları sorunun cevabı, her şeyin Yaratıcısının Allah olduğu ve
her şeyin O’nun yalnızca "OL" demesiyle var olduğu gerçeğinde
yatmaktadır.
Gökleri ve
yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse,
ona yalnızca "OL" der, o da hemen oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Elektronların
Kapısını Açtığı Rengarenk Dünya
Kapkara
bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bedeniniz, çevrenizdeki
insanlar, denizler, gökyüzü, ağaçlar, çiçekler, kısacası her şeyin kapkara
olduğunu gözünüzde bir canlandırın. Böyle bir yeryüzünde yaşamayı hiç
istemezdiniz öyle değil mi?
Peki,
yeryüzünü renkli kılan nedir? Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl
oluşmaktadırlar?
Maddenin
yapısında bulunan bazı özellikler bizim maddeyi renkli olarak algılamamıza yol
açarlar. Evet; renkler, elektronların atom içindeki bazı hareketlerinin doğal
bir sonucu olarak oluşur. Bu noktada "Elektronların hareketiyle renklerin
ne ilgisi olabilir?" diye düşünebilirsiniz. Bu ilişkiyi hemen kısaca
açıklayalım.
Elektronlar
sadece belirli yörüngelerde dönerler. Bu yörüngelerin 7 tane olduğundan az önce
bahsetmiştik. Her bir yörünge belirli bir enerji seviyesine sahiptir. Söz
konusu enerji seviyesi yörüngenin çekirdekten olan uzaklığına bağlı olarak
değişir. Bir yörünge çekirdeğe ne kadar yakınsa elektronun enerjisi o kadar az,
çekirdeğe ne kadar uzaksa enerjisi o kadar yüksek olur.
Elektronların
yörüngelerinin her birinin altında da "alt yörüngeler" vardır.
Elektronlar, bulundukları yörüngenin "alt yörüngeleri" arasında
sürekli olarak hareket ederler.
Elektronun
yörüngeler arasında seyahat etmesi için dışardan enerji alması gerekir. Bu
enerjinin kaynağı ise "foton"dur.
Foton, en
basit anlatımıyla "ışık parçacığı"dır. Evrendeki yıldızların hepsi
birer foton kaynağıdır, Dünyamız içinse en önemli kaynak elbette ki Güneş'tir.
Fotonlar Güneş'ten saniyede 300.000 km. hızla tüm uzaya dağılırlar.
Güneş'ten
dünyaya gelen bu fotonlar yeryüzündeki maddelerin atomlarına çarptıklarında,
atomların elektronlarında seyahatler başlar. Bu enerji desteği sayesinde
seyahat yapabilen elektronlar, kendi yörüngelerine geri döndüklerinde gözümüze
gelen rengi oluşturacak fotonu dışarı yollarlar. Birkaç cümlede özetlediğimiz
bu işlemlerin her biri hiçbir aksama göstermeden ilk yaratılıştan beri devam
eder. Her bir aşaması çok büyük plan ve düzen içinde işler. Öyleki elektronlar
ve fotonlar arasındaki bu sistemin bir bölümünün bile işlememesi renksiz, hatta
karanlık bir evrenin olmasına neden olurdu.
Karanlık
evren yerine renkli bir evrenin oluşabilmesı için bir plan ve düzen içinde
işlemesi gereken bu aşamaları tekrar sıralayalım:
o
Yeryüzüne
güneşten gelen ışık, foton tanecikleri halinde yayılır. Yeryüzünde yayılan bu
foton tanecikleri maddelerin atomlarına çarpar.
o
Fotonlar
atomların içlerine pek ilerleyemez. Yörüngelerindeki elektronlara çarparlar.
o
Elektronlar
kendilerine çarpan bu fotonları yutarlar.
o
Elektronlar
yuttukları fotonların enerjisini de aldıkları için daha yüksek enerji
seviyesine sahip olan bir yörüngeye geçerler.
o
Bu
elektronlar eski durumlarına geri dönmek isterler.
o
Kendi
yörüngelerine geri dönerken de dışarıya yine enerji yüklü bir foton
gönderirler.
o
İşte
elektronlardan yansıyan bu fotonlar o cismin rengini belirler.
Tüm bu
işlemlerin sonucunda bir cismin rengi gerçekte o cisimden yansıyarak gözümüze
ulaşan bu ışık taneciklerinin bir karışımı olur. Genellikle kendi ışık yaymayan
ve güneşten aldığı ışığı yansıtan bir cismin rengi, hem aldığı ışığa, hem de bu
ışık üzerinde yaptığı değişikliğe bağlıdır. Beyaz ışıkla aydınlatılan cisim
"kırmızı" görünüyorsa bunun sebebi güneş ışığından kendisine gelen
karışımın büyük bölümünü soğurması ve yalnızca kırmızıyı yansıtmasıdır. Burada
"soğurmak"tan kastedilen şudur:
Yukarıda
da belirttiğimiz gibi atomdaki her bir yörüngenin altında bir de alt yörüngeler
vardır ve elektronlar bu alt yörüngeler arasında seyahat ederler. Her
yörüngenin belli bir enerji seviyesi vardır ve elektronlar bulundukları alt
yörüngenin enerji seviyesi kadar enerji taşırlar. Yörüngeler çekirdekten
uzaklaştıkça sahip oldukları enerji miktarları da artar. Elektron, bulunduğu
alt yörüngeden yukarıdaki başka bir alt yörüngede, bir elektronluk boş yer
olduğunda bir anda yok olur. Ve üst enerji seviyeli alt yörüngede ortaya çıkar.
Yalnız elektronun bu hareketi yapabilmesi için enerjisini geçiş yaptığı alt
yörüngenin gerektirdiği enerjiye çıkartması gerekir. Elektron, enerjisini
Güneş'ten gelen foton parçacıklarını soğurarak (yutarak) artırır.
Durumu
birkaç örnekle daha anlaşılır hale getirebiliriz: Bir Morpho Kelebeğini ele
alalım. Kelebekteki pigmentler, bütün güneş ışığını soğurup mavi rengi
yansıtırlar. Yansıtılan bu renge ait ışık parçacıkları, gözdeki retinaya
ulaştığında, mavi olarak algılanacak şekilde retinadaki koni hücreler
tarafından elektrik sinyaline çevrilir ve beyne gönderilir. Ve mavi renk
beyinde oluşur.
Yani bir
cismin rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliğine ve söz konusu cismin bu
ışığın ne kadarını dışarı yansıttığına bağlıdır. Örneğin bir elbisenin rengi,
güneş ışığında veya bir mağazada bakıldığında aynı değildir. Bir cisim şayet
beynimiz tarafından siyah olarak algılanıyorsa, demektir ki bu cisim Güneş'ten
gelen bütün ışığı soğuruyor ve dışarı hiç ışık yansıtmıyor. Aynı şekilde eğer
cisim Güneş'ten gelen ışığın tümünü birden yansıtıyor ve hiç ışık soğurmuyorsa
beynimiz tarafından beyaz olarak algılanmaktadır. Bu durumda üzerinde dikkatle
düşünülmesi gereken noktalar şunlardır:
1. Cismin
rengi, ışık kaynağından gelen ışığın özelliklerine bağlıdır.
2. Cismin
rengi, kendi yapısındaki moleküllerin elektronlarının hareketine, bu
elektronların hangi ışığı soğurup hangisini soğurmayacağına bağlıdır.
3. Cismin
rengi, retinaya çarpan fotonu beynimizin nasıl algılayacağına bağlıdır.
Bu noktada
bir kere daha durup düşünelim.
Gözle
görülemeyecek kadar küçük bir madde olan atomun çekirdeğinin etrafında
inanılmaz bir süratle dönen elektronlar, mevcut yörüngelerinden bir anda
kaybolup alt-yörünge adı verilen bir başka mekana geçiyorlar. Bu geçiş için
alt-yörüngede boş bir yerin olması da şart. Bu esnada ihtiyaç duydukları
enerjiyi foton soğurarak temin ediyorlar. Sonra asıl yörüngelerine geri
dönüyorlar. Bu hareket esnasında insan gözünün algılayabileceği renkler
oluşuyor. Üstelik sayıları trilyonlarla ifade edilebilecek kadar çok atom, her
saniye hiç durmadan bunu yapıyor. Bizler de bu sayede hiç kesintisiz bir
"görüntü" elde ediyoruz.
Bu müthiş
mekanizma, insan yapısı hiçbir makinenin işleyişine benzetilemez. Örneğin bir
saat tek başına çok kompleks bir mekanizmaya sahiptir ve saatin doğru olarak
çalışabilmesi için tüm parçalarının (çarklar, dişliler, vidalar, somunlar, vs.)
doğru yerlerde, doğru biçimde bulunması şarttır. Bu mekanizmada en küçük bir
aksama, saatin işleyişine zarar verir. Fakat atomun yapısını ve elektronların
yukarıda anlattığımız mekanizmasının işleyişini düşününce, bir saatin yapısının
basitliği açıkça ortaya çıkıyor. Dediğimiz gibi bu mekanizma insan eliyle
yapılan hiçbir sistemle kıyaslanamayacak kadar kompleks, mükemmel ve
kusursuzdur. Kuşkusuz akıllara durgunluk verecek kadar kompleks olan ve
böylesine kusursuz işleyen bir sistem, materyalist bilim adamlarının iddia
ettiği gibi kendi kendine, tesadüfler sonucunda ortaya çıkmış olamaz. Şimdi
şöyle bir soru soralım: Issız bir çölde ilerlerken yerde işleyen bir saat
görseniz, bunun toz, toprak, kum ve taşlardan şans eseri oluştuğunu düşünür
müsünüz? Bunu hiç kimse düşünmez, çünkü saatteki tasarım ve akıl her yönüyle
gözler önündedir. Oysa tek bir atomdaki tasarım ve akıl, yukarıda da
söylediğimiz gibi insan yapısı herhangi bir mekanizmayla kıyaslanmayacak kadar
üstündür. Bu aklın sahibi de büyük ilim sahibi, her şeyi bilen, gören ve
yaratan Allah'tır.
Allah
gördüğümüz ve göremediğimiz her yeri sonsuz bir sanatla yaratmış ve bizim
haberimiz bile olmadığı halde sayısız sebebi bizim emrimize vermiştir. Daha
önceden hiç bilmediğimiz, belki de öğrenmeyi hiç aklımıza getirmediğimiz
renkler konusu, bilim ilerledikçe tüm detayları ve kompleksliğiyle gözlerimizin
önüne serilmiştir. Bilimsel gelişme ve ilerlemelerin, akıl ve vicdan sahibi her
insanın Allah'ın varlığına inanmasına vesile olacağı gözardı edilemez bir
gerçektir. Ancak tüm bunlara rağmen evrenin her noktasında şahit olunan üstün
sanatı ve aklı görmezlikten gelenler olabilmektedir. Ünlü bilim adamı Louis
Pasteur bu konuyla ilgili ilginç bir tespit yapmıştır: "Bilimin azı
Allah'tan uzaklaştırır, ama çoğu, O'na götürür."23
İnsan,
çevresini saran yaratılış örnekleri hakkında bilgisi arttıkça, Allah'ın
kendisini her yönden kuşattığını, gökten yere her işi onun düzenlediğini,
kontrolünü elinde tuttuğunu, kendi canının bir gün mutlaka alınacağını ve
dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini çok daha iyi kavrayabilir. İşte
bizim de çevremizde gelişen sayısız olayla ilgili bilgimiz arttıkça her geçen
gün Allah'ın ilmine olan hayranlığımız da artmaktadır. Bu hayranlık ise
Allah'ın sonsuz kudretini, gücünü mümkün olduğunca idrak etme ve dolayısıyla
O'ndan gereği gibi korkup-sakınma yolunda çok önemli bir adımdır. Allah
Kuran’da şöyle bildirir:
Allah'ın
gökyüzünden su indirdiğini görmedin mi? Böylece Biz onunla, renkleri değişik
olan meyveler çıkardık. Dağlardan da beyaz, kırmızı renkleri değişik ve siyah
yollar (kıldık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da renkleri böyle değişik
olanlar vardır. Kulları içinde ise Allah'tan ancak alim olanlar 'içleri
titreyerek-korkar'. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, bağışlayandır.
(Fatır Suresi, 27-28)
Parçacıkların
Programlanmış Hareketi
Buraya
kadar, atomu oluşturan parçacıkların özelliklerini inceledik. Şimdi bu
parçacıkların, daha önce bahsetmediğimiz ortak bir özelliğini ele alacağız:
"Spin Dönüşü".
Atomu
oluşturan parçacıkların kendi eksenleri etrafında olağanüstü bir hızla
dönüşlerine "spin" adı verilir. Evrendeki pek çok sistemde spin
hareketi önemli bir rol oynar. Atomun içindeki parçacıklardan uzaydaki
yıldızlara kadar bütün sistemler bu hareket üzerine kurulmuştur. Parçacıkların
spin hareketi ise ilk kez 1925 yılında fark edildi ve bu dönüş "Pauli
Dışlama İlkesi" olarak anılmaya başlandı. Bu ilkeye göre, iki benzer
parçacık aynı duruma sahip olamazlar, yani belirsizlik ilkesinin tanımladığı
sınırlar içinde hem aynı konumda, hem de aynı hızda bulunamazlar. Bu kuralı şu
şekilde açıklayabiliriz: Bildiğiniz gibi atom son derece küçük bir yapıdır ve o
küçük yapının içinde de çok kompleks bir trafik vardır. Eğer bu yapıyı
oluşturan birbirine benzer parçacıklar aynı hızda ve aynı yönde hareket
etselerdi ne olurdu, bir düşünelim:
Önce,
protonu oluşturan 3 kuarkı ele alalım. 3 kuark aynı anda, aynı hızda ve aynı
yönde hareket ettikleri takdirde, artık 3 kuark diye bir şey kalmaz, hepsi de
tek bir kuark halini alırlar. Böyle bir durumda da protonların oluşması mümkün
olmaz ve çekirdek, dolayısıyla atom oluşamaz. Çünkü kuark bir enerjiden
ibarettir ve aynı yönde ve aynı hızda hareket eden 3 ayrı enerji olabilmesi
mümkün değildir. Bunların bir şekilde birbirlerinden ayrılmaları gerekir. Bu
ayrım da ancak hareket farklılıklarıyla oluşabilmektedir. Ancak bu şartla,
kuarklar (enerji paketçikleri), nötronları ve protonları oluşturabilirler.
Şayet, kuarkların hepsi aynı yönde ve aynı hızda hareket etselerdi, ne
protonlar, ne nötronlar, ne de çekirdek oluşabilirdi. Sonuç olarak, atomlar,
moleküller dolayısıyla da madde var olamazdı.
Görüldüğü
gibi, "spin" hareketi, şu ana kadar gördüğümüz diğer tüm özelliklerde
olduğu gibi, evrenin oluşumunda son derece hayati bir öneme sahiptir. Stephen
Hawking bu durumu şöyle ifade etmiştir:
"Eğer
dünya, dışlama ilkesi olmadan yaratılsaydı kuarklar, birbirinden ayrı ve kesin
tanımlı proton ve nötronları oluşturamazdı. Proton ve nötronlar da
elektronlarla birlikte atomları oluşturamazlardı. Hepsi, oldukça düzgün, yoğun
bir 'çorba' oluşturmak üzere bir araya çökerdi".24
Bilim
bugün atom altı parçacıkların bu olağanüstü hareketlerini keşfetmiştir, ama
parçacıkların neden böyle hareket ettiklerini bir türlü açıklayamamaktadır. Bu
şuursuz parçacıkların spin şeklinde hareket edebilmeleri için, bu
hareketlerinin sonucunda atomu oluşturacaklarını idrak edebilmeleri gerekir. Bu
idrakin arkasından da ne şekilde hareket edeceklerine karar vermeleri, yani bir
strateji belirlemeleri şarttır. Hangi parçacığın, hangi yönde ve hangi hızda
hareket edeceği son derece detaylı bir şekilde belirlenmelidir. Daha sonra sıra
bu stratejiyi evreni oluşturan sonsuz sayıdaki parçacığa duyurmaya ve hepsinin
bu stratejiye uymasını sağlamaya gelmektedir. Strateji tüm parçacıklara
duyurulur ve tüm parçacıklar ne şekilde hareket etmeleri gerektiğini
öğrenirler.
Şimdi,
cevaplanması gereken çok önemli bir soru vardır ki bu soru bizi en başa
döndürmektedir: Neden tüm parçacıklar bu stratejiye uymakta, yani itaat
etmektedirler? Neden bir parçacık bile bu kurala itiraz etmemektedir? Tüm bu
parçacıkların, burada saydıklarımızı uygulayabilecek şuur, akıl, irade ve
zekaları mı vardır? Elbette hayır. Kütlesi bile olmayan, sadece enerjiden
ibaret olan bu parçacıkların, hiç şüphesiz ne kendilerine ait bir akılları, ne
de müstakil bir iradeleri olabilir. Burada karşımıza çıkan, Allah'ın sonsuz
aklı, sonsuz gücü ve sonsuz ilmidir. Allah, tüm bu parçacıklara, boyun eğdirmiş
ve böylece evreni yaratmıştır. Bir ayette bu gerçek bize şöyle
bildirilmektedir:
... Hayır,
göklerde ve yerde her ne varsa O'nundur, tümü O'na gönülden boyun eğmişlerdir.
(Bakara Suresi, 116)
3. BÖLÜM:
MADDEYE GİDEN İKİNCİ BASAMAK: MOLEKÜLLER
MADDEYE GİDEN İKİNCİ BASAMAK: MOLEKÜLLER
Sizce çevrenizde gördüğünüz cisimleri birbirinden
farklı kılan şey nedir? Renklerini, biçimlerini, kokularını, tatlarını
birbirinden farklılaştıran nedir? Neden bir madde yumuşakken diğeri sert, bir diğeri
akışkandır? Buraya kadar okuduklarınızdan hareket ederek bu sorulara
"atomların farklılığıdır" diye cevap verebilirsiniz. Ancak bu cevap
yeterli değildir. Çünkü eğer bu farklılıkların sebebi atomlar olsaydı, o zaman
birbirinden farklı özellikler taşıyan milyarlarca atom olması gerekirdi. Ama
gerçekte bu böyle değildir. Birçok madde aynı atomları içermesine rağmen farklı
görünür ve farklı özellikler taşır. Bunun da nedeni atomların molekülleri oluşturmak için aralarında
kurdukları farklı kimyasal bağlardır.
Maddeye
giden ilk basamak olan atomlardan sonra ikinci basamak moleküllerdir.
Moleküller, maddenin kimyasal özelliklerini belirten en küçük birimlerdir. Bu
küçük yapılar iki veya daha çok atomdan, bazıları da binlerce atom grubundan
oluşur. Atomları, molekül içinde elektromanyetik çekim kuvvetine dayalı
kimyasal bağlar bir arada tutarlar. Yani bu bağlar atomların sahip oldukları
elektrik yüklerini esas alarak kurulurlar. Atomların elektrik yükleri de daha
önce belirttiğimiz gibi son yörüngelerinde taşıdıkları elektronlar tarafından
belirlenir. Moleküllerin çeşitli biçimlerde bir araya gelmeleriyle de
çevremizde gördüğümüz madde çeşitliliği ortaya çıkar. Bu noktada da maddenin
çeşitliliğinin ana merkezinde yer alan kimyasal bağların önemi anlaşılır.
Kimyasal
Bağlar
Yukarıda
da belirtildiği gibi kimyasal bağlar, atomların dış yörüngelerindeki
elektronların hareketleriyle oluşur. Her atom en dışta yer alan yörüngesini,
alabileceği en fazla elektron sayısına tamamlama gayreti içindedir. Atomların
son yörüngelerinde bulundurabilecekleri maksimum elektron sayısı 8’dir. Bunu
sağlarken atomlar ya en dış yörüngelerindeki elektronları 8’e tamamlamak için
başka atomlardan elektron alırlar, ya da eğer en dış yörüngelerinde az sayıda
elektron varsa, bunları bir başka atoma vererek önceden tamamlanmış olan bir
alt yörüngeyi en dış yörüngeleri haline getirirler. Atomların kendi aralarında
yaptıkları bu elektron alıp verme eğilimi, birbirleri arasında yaptıkları
kimyasal bağların temel itici gücünü oluşturur.
Bu itici
güç, yani atomların son yörüngelerindeki elektron sayılarını maksimuma
tamamlama amaçları, bir atomun diğer atomlarla 3 çeşit bağ kurabilmesini
sağlar. Bunlar iyonik bağ, kovalent bağ ve metalik bağdır.
Moleküller
arasında ise genel olarak "zayıf bağlar" başlığı altında toplanan
özel bağlar görev yapar. Bu bağlar atomların molekülleri oluşturmak üzere
kurdukları bağlardan daha zayıftır. Çünkü moleküllerin maddeyi meydana getirmek
için daha esnek yapılara ihtiyaçları vardır.
Bu
bağların özellikleri nedir ve nasıl kurulurlar, kısaca ele alalım.
İyonik
Bağlar
Bu bağ ile
birleşen atomlar son yörüngelerindeki elektron sayısını 8’e tamamlamak için
birbirleriyle elektron alışverişinde bulunurlar. Son yörüngelerinde 4’e kadar
elektronu bulunan atomlar bu elektronları birleşecekleri yani bağ kuracakları
atoma verirler. Son yörüngelerinde 4’den fazla elektron bulunduran atomlar ise
birleşecekleri yani bağ kuracakları atomlardan elektron alırlar. Bu tip bağ ile oluşan moleküller kristal
(kübik) yapıya sahip olurlar. Yakından tanıdığımız sofra tuzu (NaCl)
molekülleri bu bağ ile oluşmuş maddelerden biridir. Peki atomların neden böyle
bir eğilimi vardır? Bu eğilim olmasa ne olurdu?
Bugüne
kadar atomların bir araya gelmek için aralarında kurdukları bağlar çok genel biçimde
tarif edilebilmiştir. Ama atomların neden böyle bir prensiple davrandıkları
anlaşılamamıştır. Yoksa atomlar son yörüngelerindeki elektronların sayısının 8
olması gerektiğini kendileri mi tespit etmiştir? Tabii ki hayır. Bu öyle büyük
bir tespittir ki, bir aklı, iradesi ve şuuru olmayan bir atomun kendisini
aşmaktadır. Çünkü bu sayı maddenin ve dolayısıyla evrenin meydana gelmesi için
ilk basamak olan atomların birleşmelerindeki kilit noktadır. Eğer atomların bu
prensipten kaynaklanan eğilimleri olmasaydı hayatımız için gerekli olan bazı
moleküller oluşamazdı.
Oysa
atomlar ilk yaratıldıkları andan itibaren sahip oldukları bu eğilim sayesinde
moleküllerin ve maddenin kusursuz bir biçimde meydana gelmesi için hizmet
ederler.
Kovalent
Bağlar
Atomların
arasındaki bağları inceleyen bilim adamları ilginç bir durumla karşılaştılar.
Bazı atomlar bağ kurmak için elektron alışverişinde bulunurken, bazıları da son
yörüngelerindeki elektronları ortak kullanmaktaydılar. Daha sonra yapılan
çalışmalar da canlılık için vazgeçilmez önem taşıyan birçok molekülün bu bağlar
sayesinde var olabildiğini ortaya koymuştur.
Kovalent
bağın daha iyi anlaşılabilmesi için kolay bir örnek verelim: Daha önce elektron
yörüngelerinden bahsederken de belirttiğimiz gibi atomların ilk yörüngelerinde
en fazla 2 elektron taşınabilir. Hidrojen atomu tek bir elektrona sahiptir ve
elektron sayısını 2’ye çıkarıp kararlı bir atom olma eğilimindedir. Bu yüzden
hidrojen atomu 2. bir hidrojen atomuyla kovalent bağ yapar. Yani, 2 hidrojen
atomu da birbirlerinin tek elektronlarını 2. elektron olarak kullanır. Böylece
H2 molekülü oluşur.26
Metalik
Bağlar
Eğer çok
sayıda atom, birbirlerinin elektronlarını ortaklaşa kullanarak birleşiyorlarsa,
bu kez "metalik bağ" söz konusudur. Günlük hayatta çevremizde
gördüğümüz ya da kullandığımız pek çok araç ve gerecin ana maddesini oluşturan
demir, bakır, çinko, alüminyum, vs. gibi metaller, kendilerini oluşturan
atomların birbirleri aralarında metalik bağlar yapmaları sonucunda, elle
tutulur, gözle görülür, kullanılabilir bir yapı kazanmışlardır.
Atomların
yörüngelerindeki elektronların neden böyle bir eğilimi olduğu sorusunu ise
bilim adamları cevaplayamamaktadır. Fakat canlı organizmalar ancak nedenini
bilmediğimiz bu eğilim sayesinde var olabilirler.
Acaba tüm
bu bağlarla kaç farklı bileşik oluşabilmektedir?
Bileşikler
Bileşik,
birden fazla atomun belirli oranlarda kimyasal reaksiyonu sonucu biraraya
gelmesiyle oluşan saf maddeye denir. Bileşiklerin en küçük yapıtaşı
moleküllerdir.
Laboratuvarlarda
her gün yeni bileşikler oluşturulmaktadır. Şu an için yaklaşık 2 milyon
bileşikten bahsetmek mümkündür. En basit kimyasal bileşik, hidrojen molekülü
kadar ufak olabildiği gibi, milyonlarca atomdan oluşan bileşikler de vardır.28
Bir
element acaba en fazla kaç değişik bileşik oluşturabilir? Bu sorunun cevabı
oldukça ilginçtir. Çünkü bir tarafta hiçbir elementle birleşmeyen bazı
elementler (soy gazlar) vardır. Diğer tarafta ise 1.700.000 bileşik
oluşturabilen karbon atomu vardır. Toplam bileşik sayısının 2 milyon kadar olduğunu
tekrar hatırlarsak, 109 elementin 108’i toplam 300.000 bileşik yapmaktadırlar.
Ancak karbon olağanüstü bir şekilde tek başına tam 1.700.000 bileşik
yapabilmektedir.
Canlı
Hayatının Temel Taşı: "Karbon" Atomu
Karbon,
canlılar için en hayati elementtir. Çünkü bütün canlı maddeler karbon
bileşiklerinden oluşmuşlardır. Bizlerin varlığı için bu kadar önemli olan
karbon atomunun özelliklerini sayfalarca yazsak bitiremeyiz, nitekim kimya
bilimi de henüz bu özelliklerin tümünü keşfedebilmiş değildir. Biz burada
karbonun sadece çok önemli birkaç özelliğinden bahsedeceğiz.
Hücre
zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta
beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi,
karbon temelli bileşiklerden oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot
atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece
farklı maddeler meydana getirir. Peki ama karbonun yaklaşık olarak 1.7 milyon
kadar bileşik yapabilmesinin sebebi nedir?
Karbonun
en önemli özelliklerinden birisi, birbiri ardınca dizilerek çok kolay zincir
oluşturabilmesidir. En kısa karbon zinciri 2 karbon atomundan oluşur. En uzun
zincirin kaç karbon atomundan oluştuğu konusunda ise kesin bir rakam
verilememekle birlikte, yaklaşık olarak 70 halkalı bir zincirden
bahsedilebilir. Karbon atomundan sonra en uzun zincir oluşturabilen atomun, 6
halka ile silisyum atomu olduğunu düşünürsek, karbon atomundaki olağanüstü
durum daha iyi fark edilebilir.29
Karbonun
bu kadar çok halkalı zincir yapabilmesinin sebebi, zincirlerinin sadece düz
çizgi şeklinde olmamasıdır. Zincirler dallar halinde de olabilirler, çokgenler
de oluşturabilirler.
Bu
noktada, zincirin şeklinin önemi çok büyüktür. İki karbon bileşiğinde, karbon
atomu sayısı aynı fakat bileşiklerin zincir biçimleri farklıysa, ortaya 2 ayrı
madde çıkmaktadır. Ve böylece karbon atomunun, yukarıda saydığımız özellikleri
ile, canlı hayatı için çok büyük önemi olan moleküller yaratılmaktadır.
Karbon
bileşiklerinin bazıları sadece birkaç atomdan oluşur. Bazıları ise binlerce
hatta milyonlarca atomdan meydana gelir. Bütün elementler içinde sadece karbon
elementinin atomları bu denli uzun ve kalıcı bileşikler oluşturabilir. Ünlü
kimyager David Burnie Life adlı kitabında bu elementin özelliğini şöyle ifade eder:
"Karbon,
çok olağan dışı bir elementtir... Karbon ve onun bu olağan dışı özellikleri
olmasa, Dünya'da yaşam olması mümkün gözükmemektedir." 30
İngiliz
kimyager Nevil Sidgwick’de, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal
Elementler ve Bunların Bileşikleri) adlı eserinde karbonun canlılar için ne
denli önemli olduğunu şöyle vurgular:
Karbon,
yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği yönünden, diğer elementlerden
tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek karbonun yarım milyonun
üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır. Ama bu bile karbonun
güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü karbon tüm canlı
maddelerin temelini oluşturur.31
Karbonun
sadece hidrojen ile kurduğu farklı bağlar, "hidrokarbonlar" olarak
bilinen büyük bir aileyi meydana getirir. Bu aile içinde; doğal gaz, sıvı
petrol, gaz yağı, kerosen ve çeşitli makina yağları vardır. Etilen ve propilen
olarak bilinen hidrokarbonlar ise petrokimya endüstrisinin temelidir. Başka
hidrokarbonlar da benzen, toluen ve turpentin gibi bileşikler meydana getirir.
Giysilerimizi güvelenmekten koruması için dolaplara konan naftalin ise bir
başka tür hidrokarbondur. Klor veya florla birleşen hidrokarbonlar ise anestezi
maddeleri, yangın söndürücüler ve buzdolaplarında kullanılan freonlar gibi
farklı maddeleri oluşturur.
Yukarıdaki
sözünde kimyager Sidwick’in de belirttiği gibi içinde sadece 6 proton, 6 nötron
ve 6 elektron bulunduran bu atomun gücünü tam anlayabilme konusunda insan aklı
yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla bu atomun canlılık için önemli olan herhangi
bir özelliğinin dahi tesadüfen oluşması imkansızdır. Kısacası herşeyi
atomlarına kadar kuşatan Allah, karbon atomunu da canlıların bedenlerine uygun
bir biçimde yaratmıştır.
Göklerde ve
yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah, her şeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
Moleküller
Arası Bağlar: Zayıf Bağlar
Atomları
birbirine bağlayan bağlar bu bağlara nisbeten çok daha kuvvetlidirler. Bu
bağlar sayesinde milyonlarca hatta milyarlarca çeşit molekül oluşabilir.
Peki
maddeyi oluşturmak üzere moleküller nasıl birleşirler?
Moleküller
oluştuktan sonra bir dengeye sahip oldukları için artık moleküller arasında
elektron alışverişi olmaz.
Peki
onları bir arada tutan şey nedir?
Bu soruyu
cevaplamaya çalışan kimyacılar farklı teoriler üretmeye başlamışlardır. Yapılan
araştırmalar moleküllerin içlerindeki atomların özelliklerine göre farklı
şekillerde birleşebildiklerini ortaya çıkarmıştır.
Bu bağlar
canlıların kimyası olarak bilinen organik kimya için çok önemlidir. Çünkü
canlılığı meydana getiren en önemli moleküller bu bağı kurma özellikleri
sayesinde ortaya çıkabilir. Protein örneğini ele alalım. Canlılığın temel yapı
taşı olan proteinlerin, üç boyutlu kompleks şekilleri bu bağlar sayesinde
meydana gelir. Yani canlılığın oluşması için atomlar arasındaki güçlü kimyasal
bağ kadar moleküller arası zayıf kimyasal bağ da var olmalıdır. Elbette ki bu
bağın kuvveti de belli bir ölçüye sahip olmalıdır.
Protein
örneğinden devam edebiliriz. Proteinler aminoasit adlı moleküllerin
birleşmesinden oluşan çok daha büyük moleküllerdir. Aminoasitleri meydana
getiren atomlar kovalent bağ ile birleşirler. Zayıf bağlar da oluşan bu
aminoasitleri üç boyutlu dizilimi elde edecek şekilde birbirine bağlar.
Proteinler ancak bu üç boyutlu şekilleriyle var oldukları takdirde canlı
organizmalarda fonksiyon gösterebilirler. Bu yüzden eğer bu bağlar olmasaydı
proteinler ve dolayısıyla canlılık var olamazdı.
Bir çeşit
zayıf bağ olan "hidrojen" bağları da hayatımızda çok önem taşıyan
maddelerin baş aktörleridir. Örneğin yaşamın temeli olan "su"yu
oluşturan moleküller hidrojen bağlarıyla bağlıdırlar.
MUCİZE BİR
MOLEKÜL: SU
Dünyamızın
üçte ikisi yaşam için özel olarak seçilmiş bir sıvıyla, "su"yla
kaplıdır. Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların bedenleri %50-%95 oranında bu çok
özel sıvıdan meydana gelir. Kaynama noktasına yakın sıcaklıktaki kaynaklarda
yaşayan bakterilerden tutun da, erimekte olan buzulların üzerindeki bazı özel
yosunlara kadar, suyun olduğu her yerde ve her sıcaklıkta hayat vardır.
Yağmurdan sonra yapraklar üzerinde kalan bir su damlacığında bile binlerce
mikroskobik canlı doğar, çoğalır ve ölür.
Hiç su
olmasa yeryüzü nasıl görünürdü? Şüphesiz her yer çölden ibaret olurdu,
denizlerin yerlerinde dipsiz ve ürkütücü çukurlar yer alırdı. Gökyüzü de
bulutsuz ve çok garip bir renkte görülürdü.
Yeryüzündeki
hayatın temeli olan suyun oluşabilmesi ise aslında son derece zordur. Öncelikle
suyun bileşenleri olan hidrojen ve oksijen moleküllerini bir cam kabın içinde
düşünelim. Bunları o kabın içinde çok uzun bir süre bırakalım. Bu gazlar kabın
içinde yüzlerce yıl kalsalar, yine de su oluşturamayabilirler. Oluştursalar da
çok yavaş olarak, mesela binlerce yıl gibi bir süre sonra kabın dibinde çok az
miktarda su meydana gelebilir.
Böyle bir
durumda suyun bu derece yavaş oluşmasının sebebi sıcaklıktır. Oda sıcaklığında
oksijenle hidrojen çok yavaş tepkimeye girerler.
Oksijen ve
hidrojen, serbest halde iken H2 ve O2 molekülleri halinde
bulunur. Bu moleküllerin su molekülünü oluşturmak üzere birleşmeleri için
çarpışmaları gerekir. Bu çarpışma sonucunda, hidrojen ile oksijen molekülünü
oluşturan bağlar zayıflar ve oksijen ile hidrojen atomlarının birleşmesine
engel kalmaz. Sıcaklık, bu moleküllerin enerjisini, dolayısıyla hızlarını
yükselttiği için çarpışmaların sayısını da büyük ölçüde artırır. Böylece,
tepkimenin hızlı ilerlemesini sağlar. Ancak, şu anda yeryüzünde suyun
oluşmasını sağlayacak kadar yüksek ısı yoktur. Suyun oluşması için gerekli olan
ısı, dünya oluşurken sağlanmış ve dünyanın dörtte üçlük kısmını oluşturan su o
zaman meydana gelmiştir. Artık bu su kaynakları buharlaşarak atmosfere
yükselmekte, orada da soğuyarak yağmur şeklinde yeniden yeryüzüne dönmektedir.
Yani mevcut miktara yeni bir ilave olmaz, sadece bir devir daim yaşanır.
Suyun
mucizevi özellikleri
Su,
kimyasal olarak pek çok olağanüstü özelliğe sahiptir. Her bir su molekülü
hidrojen ve oksijen atomlarının birleşmesiyle oluşmuştur. Biri yakıcı, diğeri
de yanıcı olan iki gazın birleşerek bir sıvıyı, hem de suyu oluşturuyor
olmaları oldukça ilginçtir.
Şimdi
kısaca kimyasal olarak suyun nasıl oluştuğuna bakalım. Suyun elektrik yükü
sıfır, yani nötrdür. Ancak oksijen ve hidrojen atomlarının büyüklüklerinden
dolayı su molekülünün oksijen tarafı hafifçe eksi, hidrojen tarafı ise hafifçe
artı yüklüdür. Birden fazla su molekülü bir araya geldiğinde artı ve eksi
yükler birbirini çekerek "hidrojen bağı" denilen çok özel bir bağ
oluşturur. Hidrojen bağı çok zayıf bir bağdır ve ömrü aklımızın kavrayamayacağı
kadar kısadır. Bir hidrojen bağının ömrü, yaklaşık olarak bir saniyenin yüz
milyarda biri kadardır. Ama bağlardan biri kırıldığında hemen bir diğer bağ
oluşur. Böylece su molekülleri birbirlerine yapışırlar ve diğer taraftan zayıf
bir bağla birbirlerine bağlandıklarından akışkan olurlar.
Hidrojen
bağlarının suya kattığı bir başka özellik de, suyun sıcaklık değişimlerine
direnç göstermesidir. Havanın sıcaklığı aniden artsa bile suyun sıcaklığı yavaş
yavaş artar, aynı şekilde havanın sıcaklığı aniden düşse bile suyun sıcaklığı
yavaş yavaş düşer. Suyun sıcaklığının önemli oranda oynayabilmesi için çok
büyük miktarlarda ısı değişikliğine ihtiyaç vardır. Suyun ısı enerjisinin bu
derece yüksek olmasının canlı hayatına sağladığı çok büyük faydalar vardır.
Basit bir örnek verecek olursak, vücudumuzda çok büyük oranda su vardır. Su
eğer havadaki ani sıcaklık iniş ve çıkışlarına aynı hızla uysaydı, aniden
ateşimiz çıkardı veya aniden donardık.
Aynı
şekilde, suyun buharlaşmak için de çok büyük bir ısı enerjisine ihtiyacı
vardır. Su buharlaşırken, çok ısı enerjisi kullandığı için suyun sıcaklığında
eksilme olur. Yine insan vücudundan bir örnek verecek olursak; vücudumuzun
normal sıcaklığı 360 C’dir ve dayanabileceğimiz en yüksek vücut sıcaklığı 420
C’dir. Aradaki bu 60 C’lik aralık çok küçük bir aralıktır ve birkaç saat güneş
altında çalışmak vücut sıcaklığını bu kadar artırabilir. Ancak vücudumuz
terleyerek, yani içindeki suyu buharlaştırarak çok büyük miktarda ısı enerjisi
harcar ve vücut sıcaklığı düşer. Vücudumuz otomatik olarak çalışan böyle bir
mekanizmaya sahip olmasaydı, birkaç saat güneş altında çalışmak bile bizler
için öldürücü olabilirdi.
Hidrojen
bağlarının suya kazandırdığı bir başka olağanüstü özellik, suyun sıvı iken katı
haline oranla daha yoğun olmasıdır. Halbuki, yeryüzündeki maddelerin çoğu katı
iken sıvı haline oranla daha yoğundur. Ancak, su diğer maddelerin tersine
donarken genleşir. Bunun sebebi hidrojen bağlarının su moleküllerinin
birbirlerine sıkı şekilde bağlanmasını engellemesi ve arada birçok boşluğun
kalmasıdır. Su sıvı iken hidrojen bağları kırıldığından oksijen atomları
birbirine yaklaşır ve daha yoğun bir yapı elde edilir.
Bu durum
aynı şekilde buzun sudan daha hafif olmasını da beraberinde getirir. Normalde
herhangi bir metali eritip içine aynı metalden birkaç katı parça atsanız, bu
parçalar hemen dibe çöker. Ancak suda durum farklıdır. Onbinlerce ton
ağırlığındaki buz dağları suyun üzerinde mantar gibi yüzmektedirler. Peki suyun
bu özelliğinin ne gibi bir faydası olabilir?
Bu soruyu
bir ırmak örneği ile cevaplayalım: Havalar çok soğuduğunda ırmaktaki suyun
tamamı değil, sadece üst kısmı donar. Su, +40 C’de en ağır halindedir ve bu
dereceye ulaşan su hemen dibe çöker. Suyun üzerinde ise "katman halinde
buz" oluşur. Bu katmanın altında su akmaya devam eder ve +40 C canlıların
yaşayabileceği bir sıcaklık olduğu için sudaki canlılar bu sayede hayatlarını
sürdürür.
Allah’ın
suya vermiş olduğu tüm bu eşsiz özellikler, yeryüzünde canlı hayatının var
olabilmesini mümkün kılan özelliklerdir. Kuran’da Allah’ın insanlara sunduğu bu
büyük nimetin önemi şöyle bildirilmiştir:
Sizin için
gökten su indiren O’dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda
otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve
meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk
için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 10-11)
Suyun
İlginç Bir Özelliği
Hepimizin
de bildiği gibi su 1000 C sıcaklıkta kaynar ve 00 C sıcaklıkta donar. Ancak,
normal şartlarda suyun 1000 C değil, +1800 C kaynaması gerekirdi. Neden mi?
Periyodik
tabloda aynı gruptaki elementlerin özellikleri, hafif elementten ağır elemente
doğru düzenli olarak değişiklik gösterir. Bu düzenlilik, özellikle hidrojen
bileşiklerinde hakimdir. Periyodik tabloda oksijenin bulunduğu grupta bulunan
elementlerin bileşikleri "hidrid" diye adlandırılır. Su, aslında
"oksijen hidrid"dir. Bu gruptaki diğer elementlerin hidridleri su
molekülü ile aynı molekül yapısına sahiptir.
Bu
bileşiklerin kaynama noktaları kükürtten başlayıp daha ağır olanlara doğru
düzenli bir şekilde değişir; ancak umulmadık bir şekilde suyun kaynama noktası
bu dizinin dışına çıkar. Su (oksijen hidrid) olması gerekenden 800 C daha
aşağıda kaynar. Bir diğer şaşırtıcı durum da suyun donma noktası ile ilgilidir:
Yine periyodik sistemdeki düzene göre, suyun -1000 C sıcaklıkta katılaşması
gerekir. Ancak su bu kuralı bozar ve olması gerekenden 1000 C yukarıda, yani 00
C de buz haline gelir. Bu noktada; niçin hidridlerden başka biri değil de,
sadece suyun (oksijen hidrid) periyodik sistem kurallarına uymadığı sorusu akla
gelmektedir.
Gerek
fizik kuralları, gerek kimya kuralları ya da kural olarak nitelendirdiğimiz ne
varsa; insanların, evrendeki olağanüstü dengenin ve yaratılışın detaylarını
açıklama gayretinden başka şeyler değildirler. Özellikle de 20. Yüzyılda
yapılan tüm araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için
çok hassas bir biçimde ayarlandığını göstermektedir. Araştırmalar evrende var
olan tüm fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, atmosferin, güneşin, atomların,
moleküllerin insanın yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendiklerini
ortaya koymaktadır. Su da yukarıda saydığımız maddelerde olduğu gibi, başka
hiçbir sıvıyla kıyaslanamayacak kadar yaşama uygundur ve dünyanın büyük bir
bölümü, yaşam için tam gerekli miktarda su ile doldurulmuştur. Tüm bunların bir
tesadüf olmayacağı ve ortada kusursuz bir düzenin, tasarımın olduğu apaçıktır.
Suyun
insanı hayrete düşüren fiziksel ve kimyasal özellikleri, bu sıvının insan
yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir. Allah suyla insanlara
hayat vermiş ve yaşamlarını devam ettirmeleri için gereksinim duydukları her
şeyi de suyla topraktan bitirmiştir. Allah Kuran'da insanları bu konu üzerinde
düşünmeye çağırır:
O, gökten su
indirendir. Bununla her şeyin bitkisini bitirdik, ondan bir yeşillik çıkardık,
ondan birbiri üstüne bindirilmiş taneler türetiyoruz. Ve hurma ağacının
tomurcuğundan da yere sarkmış salkımlar, -birbirine benzeyen ve benzemeyen-
üzümlerden, zeytinden ve nardan bahçeler (kılıyoruz.) Meyvesine, ürün
verdiğinde ve olgunluğa eriştiğinde bir bakıverin. Şüphesiz inanacak bir
topluluk için bunda gerçekten ayetler vardır. (Enam Suresi, 99)
Koruyucu
Tavan: Ozon
Soluduğumuz
hava, yani aşağı atmosfer büyük ölçüde oksijen gazından oluşur. Burada
oksijenden kastettiğimiz O2 gazıdır. Yani aşağı atmosferdeki oksijen
molekülleri 2’şer atomdan oluşmuştur. Ancak, oksijen molekülü bazen 3’er
atomdan da (O3) oluşabilmektedir. Bu durumda bu molekül artık oksijen değil
"Ozon" olarak isimlendirilir, zira bu iki gaz birbirlerinden çok
farklıdırlar.
Hemen
burada üzerinde durulması gereken bir nokta vardır: İki oksijen atomu
birleşince oksijen gazı oluşmaktadır da, niçin üç oksijen atomu birleşince ozon
gazı diye farklı bir gaz oluşmaktadır? Sonuçta iki de olsa, üç de olsa birleşen
oksijen atomu değil midir? O zaman, neden ortaya iki farklı gaz çıkmaktadır? Bu
soruyu cevaplamadan önce, bu iki gazın ne yönden farklı olduklarını ele alıp,
bundan sonra cevap vermek daha yerinde olacaktır:
Oksijen
gazı (O2) aşağı atmosferde bulunur ve solunum yoluyla yeryüzündeki tüm canlılara
hayat verir. Ozon gazı (O3) ise, zehirli ve çok kötü kokulu bir gazdır.
Atmosferin en üst tabakalarında bulunur. Eğer, oksijen yerine ozon solumak
zorunda olsak hiçbirimiz yaşayamazdık.
Ozon,
yukarı atmosferdedir; çünkü orada canlı yaşamı için çok hayati bir fonksiyonu
vardır. Atmosferin yaklaşık 20 km. yukarısında tüm dünyayı bir kuşak gibi saran
bir tabaka oluşturur. Böylece güneşten gelen kızıl ötesi ışınları emerek,
yeryüzüne tüm güçleriyle ulaşmalarını engeller. Kızıl ötesi ışınlar çok yüksek
enerjiye sahip oldukları için, eğer yeryüzüne doğrudan ulaşırlarsa,
yeryüzündeki her şey yanar ve dünyada hayat var olamaz. İşte bu yüzden ozon
tabakası atmosferde koruyucu bir zırh görevi görmektedir.
Yeryüzündeki
canlı hayatının var olabilmesi için tüm bu canlıların solunum yapabilmeleri ve
zararlı güneş ışınlardan korunabilmeleri gerekmektedir. Ve bu sistemi oluşturan
ancak ve ancak her atoma, her moleküle hakim olan Allah’tır. Allah’ın izni
olmaksızın, hiçbir güç bu atomları oksijen ve ozon gazı molekülleri olarak
farklı oranlarda bir araya getiremezdi.
Tattığımız
Ve Kokladığımız Moleküller
Tat ve
koku duyuları, insanın dünyasını güzelleştiren algılardır. Bu duyulardan alınan
zevk çok eski çağlardan beri merak konusu olmuş ve bunların aslında moleküler
etkileşimler oldukları çok yakın zamanlarda keşfedilmiştir.
"Tat"
ve "koku" dediğimiz kavramlar, aslında birbirinden farklı
moleküllerin duyu organlarımızda yarattığı algılarından başka bir şey değildir.
Örneğin yiyeceklerin, içeceklerin, ya da çevremizde gördüğümüz çeşitli meyve ve
çiçek kokularının hepsi uçucu moleküllerden ibarettir. Atomlar bir yandan canlı
ve cansız maddeyi oluştururken, diğer taraftan da maddeye lezzet ve güzellik
katmaktadırlar. Peki ama bu nasıl gerçekleşmektedir?
Vanilya
kokusu, gül kokusu gibi uçucu moleküller, burnun epitelyum adı verilen
bölgesindeki titrek tüylerinde bulunan alıcılara gelirler ve bu alıcılarla
etkileşime girerler. Bu etkileşim beynimizde koku olarak algılanır. 2-3 cm2’lik bir koku alma zarıyla kaplı
burun boşluğumuzda şu ana kadar yedi tip farklı alıcı tespit edilebilmiştir. Bu
alıcılardan her birine temel bir koku denk düşer. Aynı şekilde insan dilinin ön
tarafında da dört farklı tip kimyasal alıcı vardır. Bunlar da tuzlu, şekerli,
ekşi ve acı tatlarına karşılık gelir. İşte tüm duyu organlarımızın alıcılarına
gelen bu moleküller beynimiz tarafından kimyasal sinyaller olarak algılanır.
Günümüzde
tat ve kokunun nasıl algılandığı, nasıl oluştuğu konusu anlaşılabilmiştir, ama
bilim adamları neden bazı maddelerin çok, bazı maddelerin az koktuğu, neden
bazılarının tatlarının hoş ve bazılarının da kötü olduğu konusunda bir görüş
birliğine varamamışlardır.
Bir
düşünelim. Hiçbir kokunun, hiçbir lezzetin var olmadığı bir dünyada da yaşıyor
olabilirdik. Oysa ki kahverengi ve sadece kendine has bir kokusu olan topraktan
yüzlerce çeşit, hoş kokulu ve lezzetli meyve, sebze ve binlerce renk, biçim ve
kokuda çiçek çıkmaktadır. Lezzet ve koku kavramını bilmediğimiz için de, bu
algılara sahip olmayı istemek aklımıza bile gelmezdi. O zaman bu atomlar bir
yandan maddeyi oluşturmak için olağanüstü bir şekilde bir araya gelirlerken,
neden ayrıca tat ve koku oluşturmak üzere de bir araya gelirler? Tat ve kokunun
var olması insanlar için temel bir ihtiyaç değildir. Ama muhteşem bir sanatın
ürünü olarak dünyamıza apayrı bir lezzet katmaktadırlar.
Diğer
canlılarla bir karşılaştırma yaparsak, kimi canlılar sadece ot, kimileri de
daha farklı maddeler yer. Şüphesiz ki bunların ne hoş kokuları, ne de hoş
lezzetleri vardır, zaten olsa bile şuura sahip olmayan bu canlılar için
lezzetin bir önemi yoktur. Bizler de gayet tabii, onlar gibi tek çeşit gıda ile
beslenebilirdik. Ömrünüzün sonuna kadar sadece tek bir çeşit yemek yeseydiniz
ve yalnızca su içseydiniz hayatınız ne kadar sıradan ve lezzetsiz olurdu değil
mi? Bu açıdan tat ve koku da diğer tüm nimetler gibi, sonsuz lütuf ve ikram
sahibi Allah'ın insana karşılıksız sunduğu güzelliklerdendir. Yalnızca bu iki
algının var olmaması dahi insanın hayatını büyük ölçüde tatsızlaştırmaya
yeterdi. Kendisine verilen tüm bu nimetlere karşılık, insana düşen kuşkusuz
kendisini her yönden kuşatmış böyle sonsuz bir ikram karşısında Allah’ın
dilediği gibi bir kul olmaya çalışmaktır. Böyle bir tutum karşısında Rabbimiz
kendisine, bu dünyada yalnızca birer örneğini sunduğu nimetlerin çok daha
üstünlerini sınırsız bir biçimde barındıran ebedi bir hayatı vaat etmektedir.
Aksine nankörlük, umursuzluk yapılarak gaflet içinde geçirilen bir yaşamın
karşılığı ise şüphesiz yine adaletli bir karşılık olacaktır:
Rabbiniz şöyle
buyurmuştu:’Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size arttırırım ve andolsun,
eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim
Suresi, 7)
Maddeyi
Nasıl Algılıyoruz?
Buraya
kadar okuduklarımız, madde adını verdiğimiz şeyin hiç de zannettiğimiz gibi
belirli bir renge, kokuya, şekle sahip bir bütün olmadığını ortaya koydu. Madde
sandığımız şey, yani kendi bedenimiz, odamız, evimiz, hatta dünya ve tüm evren
gerçekte bir enerji yumağından başka birşey değildir. O zaman, çevremizdeki
bunca şeyi gözle görünür ve elle tutulur kılan nedir?
Çevremizdekileri
madde olarak algılamamızın sebebi, atomların yörüngelerindeki elektronların
fotonlarla çarpışmaları, atomların birbirlerini itmeleri veya çekmeleridir.
Şu anda elinizde
tuttuğunuzu sandığınız kitaba aslında dokunmuyorsunuz bile... Gerçekte,
elinizin atomları kitabın atomlarını itmekte ve bu itmenin şiddetine göre de
dokunma hissiniz gerçekleşmektedir. Çünkü atomların yapısından bahsedilirken de
belirtildiği gibi atomlar birbirlerine en fazla bir atomun çapı kadar
yaklaşabilirler. Üstelik birbirlerine bu kadar yaklaşabilen atomlar da ancak
birbirleriyle reaksiyona giren atomlardır. Şu halde, aynı maddenin atomları
bile birbirlerine kesinlikle dokunamazlarken bizler elimizle tuttuğumuz,
sıktığımız veya tutup havaya kaldırdığımız maddeye asla dokunamayız. Kaldı ki,
elimizdeki maddeye maksimum yaklaşmamız mümkün olsaydı bile, o zaman da bu
maddeyle kimyasal reaksiyona girerdik. Böyle bir durumda ise insan veya başka bir
canlının bir saniye bile varlığını sürdürmesi söz konusu olamazdı. Canlı ayak
bastığı, oturduğu veya dayandığı madde ile hemen kimyasal reaksiyona girer ve
garip bir varlık haline dönüşürdü.
Bu durumda
ortaya çıkan manzara son derece düşündürücüdür: Gerçekte, % 99.95’i boş olan ve
neredeyse sadece enerjiden ibaret atomlardan oluşan bir dünyada yaşıyoruz.38 "Dokunuyoruz ve
tutuyoruz" dediğimiz şeylere de aslında hiçbir zaman dokunamıyoruz. Peki
ya gördüğümüz, duyduğumuz veya kokladığımız maddeyi ne derece algılıyoruz? Bu
maddeler, gerçekte gördüğümüz, duyduğumuz gibi midir? Kesinlikle hayır...
Elektronlardan ve moleküllerden bahsederken bu konuyu ele almıştık. Burada
tekrar hatırlayacak olursak; var dediğimiz ve gördüğümüz maddeyi aslında
doğrudan görmemiz asla mümkün değildir. Çünkü görüyoruz dediğimiz olay aslında
Güneş'ten veya başka bir ışık kaynağından gelen ışık taneciklerinin
(fotonlarının) maddeye çarpması, bu maddenin gelen ışığın bir kısmını soğurması
ve kalanını dışarı vermesi sonucunda maddeden yansıyarak gözümüze çarpan
fotonların, beynimizde oluşturduğu birtakım görüntülerdir. Yani gördüğümüz
madde ancak bizim gözümüze yansıyan fotonların taşıdığı bilgiden ibarettir.
Peki bu bilgiler maddeyle ilgili bilginin ne kadarını bize yansıtır? Dışarıda var
olan maddelerin gerçek halinin bize tam olarak yansıtıldığına dair elimizde
hiçbir kanıtımız yoktur.
4. BÖLÜM
CANLANAN ATOMLAR
CANLANAN ATOMLAR
Buraya kadar maddenin nasıl yokluktan var
olduğundan ve atomlardan bahsettik. Ve dedik ki, atomlar canlı-cansız her şeyin
yapı taşıdır. Ancak şunu önemle belirtmek gerekir ki, atomlar cansız
varlıkların yanısıra canlı varlıkların da yapı taşlarıdır. Atomlar cansız
parçacıklar oldukları için canlı maddenin yapıtaşı olmaları kuşkusuz son derece
hayret vericidir. Bu durum aynı zamanda evrimci bilim adamlarının da hiçbir
şekilde açıklayamadıkları bir konudur.
Nasıl ki
bir araya gelen taş parçalarının canlı varlıkları oluşturması düşünülemezse,
aynı şekilde cansız atomların da bir araya gelerek, kendi kendilerine canlı
varlıkları oluşturmaları düşünülemez. Bir taş parçasıyla bir kelebeği gözünüzde
canlandırın. Biri cansız diğeri canlıdır. Ancak temeline indiğinizde aslında
her ikisi de aynı atom altı parçacıklardan oluşmaktadırlar.
Cansız
maddenin canlı maddeye kendi kendisine dönüşemeyeceği ile ilgili şöyle bir
örnek daha açıklayıcı olabilir: Alüminyum uçabilir mi? Hayır, peki eğer
alüminyumu, plastik madde ve benzinle karıştırırsak uçabilir mi? Tabii ki yine
uçamaz. Eğer bu maddeleri bir uçağı oluşturacak şekilde bir araya getirirseniz
o zaman uçabilirler. O halde uçağın uçmasını sağlayan nedir? Kanatlar mı? Motor
mu? Pilot mu? Hayır, bunların hiçbiri tek başına uçamazlar. Aslında, uçak
hiçbir uçma özelliği olmayan parçaların, özel bir tasarımla bir araya
getirilmeleriyle oluşmuştur. Uçma özelliği ne alüminyumdan, ne plastikten, ne
de benzinden gelir. Bu maddelerin özellikleri önemlidir, ancak uçma özelliği bu
maddelerin çok özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle kazanılabilir.
Canlı sistemler de aynı bu şekildedir. Bir canlı hücresi de cansız atomların
çok özel bir tasarımla bir araya getirilmesiyle oluşmuştur. Canlı hücrelerinin
büyüme, çoğalma ve benzeri özellikleri, moleküllerinin niteliğinin değil
mükemmel bir tasarımın sonucudur. Bu noktada gördüğümüz tasarım, Allah’ın
ölüden diriyi yaratmasından başka bir şey değildir:
"Taneyi
ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de
diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da
çevriliyorsunuz?" (Enam Suresi, 95)
Cansız bir
maddeyi canlı bir varlığa ancak üstün güç ve akıl sahibi Allah dönüştürebilir,
yani bir canlı ancak yaratılabilir. Canlı sistemler öylesine kompleks yapılara
sahiptirler ki, bugün ulaşılan teknolojik imkanlara rağmen daha nasıl
işledikleri bile tam olarak anlaşılamamıştır.
Fakat 20.
yüzyılda baş döndürücü bir hızla gelişen teknolojiyle birlikte olağanüstü
ilerlemeler kaydeden bilimin sayesinde anlaşılan bir gerçek vardır. Canlılar
son derece kompleks yapılara sahiptir. 19. yüzyılın ortalarında Evrim Teorisi
ortaya atıldığında, ilkel mikroskoplarla yürütülen bilimsel araştırmalar
hücrenin sadece basit bir lekeden ibaret olduğu izlenimini oluşturmuştu. 20.
yüzyılda ise gelişmiş teknolojik aletler, elektron mikroskopları altında
yapılan gözlem ve araştırmalar canlıların yapı taşı olan hücrenin ancak
mükemmel bir tasarım sonucunda oluşabilecek, son derece kompleks bir yapıya
sahip olduğunu ortaya çıkarmıştır. En önemlisi de bu araştırmalar, canlılığın
cansız maddeden kendi kendine oluşabilmesinin kesinlikle imkansız olduğunu göstermiştir.
Canlılığın kaynağı sadece canlılıktır. Bu gerçek deneysel olarak da
ispatlanmıştır. 39 İşte bu, evrimcilerin kesinlikle içinden
çıkamadıkları bir sorundur. Bu yüzden büyük çıkmaz içindeki ünlü evrimci bilim
adamları bilimsel deliller sunmak yerine göz boyamaya yönelik masallar
anlatırlar. Maddenin kendi şuuru, yeteneği, iradesi olduğunu öne süren son
derece akıl ve bilim dışı iddialar öne sürerler. Ama bu saçma masallara
kendileri de inanmazlar ve cevaplanması gereken ana soruların bilimsel olarak
cevaplanamadığını itiraf etmek zorunda kalırlar:
"Yaşamın
başlamasından önce yerküremizin çorak ve ıssız olduğu bir dönem vardı. Şimdi
yeryüzünde hayat kaynaşıyor. Bu nasıl oldu acaba? Hayatın bulunmadığı durumda
karbon temeline dayalı organik moleküller nasıl oluştu? İlk canlı varlıklar
nasıl gün yüzü gördüler? Yaşam nasıl bir evrim gösterdi de, günümüzün insanları
gibi yapılan ayrıntılarla bezenmiş ve karmaşık varlıklar ortaya çıktı? Kendi
kökenlerini araştıracak yetenekte yaratıklara nasıl ulaşıldı?"40
"Şu
anda evrim teorisinin çözülememiş esrarı, maddenin kaynağının ne olduğu, nasıl
evrimleştiği, evrende ve dünyadaki şu anki formunu niçin kazandığı ve niçin
kendi kendisini kompleks canlı molekül gruplarına çevirebildiğidir."41
Yukarıdaki
evrimci bilim adamının da itiraf ettiği gibi evrim teorisinin temel amacı,
temel ilkesi canlıları Allah’ın yarattığını reddetmektir. Ancak, evrenin her
noktasında yaratılış gerçeği son derece açık bir şekilde görülmesine ve her bir
detayın asla tesadüflerle oluşamayacak mükemmellikte bir tasarımın ürünü olduğu
ortaya çıkmasına rağmen, evrimciler bu gerçeğe gözlerini kapadıkları için adeta
bir kısır döngü içinde dönüp durmaktadırlar.
Günümüzün
en bilinen evrim teorisi savunucularından ünlü bilim adamı Richard Dawkins ise
aşağıdaki sözleriyle istatiksel olarak amaçsız tesadüflerin her şeyi
oluşturduğu inancının yanlış olduğunu ve bu imkansızlığın tek alternatifinin
doğaüstü bir güç olduğunu itiraf etmektedir:
"Bir
şeyin gerçekleşmesindeki olasılık istatistiki olarak azaldıkça, onun tesadüf
eseri olamayacağına dair inancımız o kadar artar: Bu durumda eğer şans yoksa,
buna tek alternatif "akıllı bir tasarımcı"nın varlığıdır."42
Fakat bu
gerçeğe inanmaktansa evrimci bilim adamları ölü maddenin yeteneklerinden,
cansız maddenin kendisini canlı varlıklara dönüştürdüğünden bahsetmeyi tercih
ederler. Ancak bu bilim adamları gerçeği görmezden gelirken farkında olmadan
kendilerini gülünç duruma düşürmektedirler. Kaldı ki cansız maddenin, yani
atomların yetenekli olduklarını, bu yeteneklerini kullanarak kendilerini canlı
sistemlere dönüştürdüklerini iddia etmenin akılcılık ile en ufak bir ilgisi
yoktur.
Bu akıl
dışı masalların ne derece gerçekçi olduğuna şimdi anlatacağımız örneği
okuduktan sonra siz kendiniz karar vereceksiniz. Bakın evrimcilerin cansız ve
şuursuz atomları canlı maddelere ve en önemlisi de yüksek bir şuur ve zeka
sahibi insanlara dönüştürme senaryosu nasıldır:
Büyük
Patlama'nın ardından her nasılsa içlerinde çok hassas dengede kuvvetler bulunan
atomlar kendi kendilerini var etmişlerdir. Tüm evreni oluşturacak sayıdaki
atomun bir kısmı uzaydaki yıldızları, gezegenleri oluştururken bir kısmı da
dünyayı oluşturmuştur. Dünyayı oluşturan atomlardan bir kısmı ilk başta taşı
toprağı oluştururken daha sonra birdenbire canlıları oluşturmaya karar
vermişlerdir! Bu atomlar öncelikle çok kompleks bir yapısı olan hücrelere
dönüşmüşler sonra da oluşturdukları hücreleri ikiye bölerek çoğaltmışlar, sonra
da konuşmaya, duymaya başlamışlardır. Ardından bu atomlar üniversite
profesörlerine dönüşerek elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip
tesadüfen meydana geldiklerini iddia etmişlerdir. Bir kısım atomlar bir araya
gelerek köprüler, gökdelenler inşa eden mühendisleri, bir kısmı bir araya
gelerek uyduları, uzay araçlarını, uçakları imal etmişler, bir kısmı da fizik,
kimya, biyoloji alanlarında uzmanlaşmışlardır. Karbon, magnezyum, fosfor,
potasyum, demir gibi atomlar bir araya gelerek kapkara bir kütle
oluşturacaklarına olağanüstü komplekslikte ve sırları hala tam olarak keşfedilememiş
olan mükemmel beyinleri oluşturmuşlardır. Bu beyinler hiçbir teknoloji ile
ulaşılamamış mükemmel netlikte 3 boyutlu görüntüler görmeye başlamışlardır.
Atomların bir kısmı komedyenleri oluşturmuş ve de komedyenlerin yaptıkları
esprilere gülmüşlerdir. Yine atomların bir kısmı müzik bestelemiş ve müziği
dinleyerek zevk almışlardır...
Bu
hikayeyi daha uzatmak elbette mümkündür ama böyle bir şeyin asla
gerçekleşemeyeceğini göstermek için şöyle bir deney düzenleyelim, evrimcilerin
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına "Darwin
Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler,
çok sayıda büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot,
karbon, oksijen, demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar.
Hatta normal şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli
gördükleri malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine,
istedikleri kadar amino asit, istedikleri kadar da (bir tekinin bile
rastlantısal oluşma ihtimali 10-950 olan) protein doldursunlar. Bu
karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler. Bunları istedikleri
gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da dünyanın önde gelen
bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula, kuşaktan kuşağa
aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene sürekli varillerin
başında beklesinler. Bir canlının oluşması için hangi şartların var olması
gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa
yapsınlar o varillerden kesinlikle bir canlı çıkartamazlar. Zürafaları,
aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri, papağanları, atları, yunusları,
gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri, muzları, portakalları, elmaları,
hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları, incirleri, zeytinleri, üzümleri,
şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk renk kelebekleri ve bunlar gibi
milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar. Değil burada birkaçını
saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir hücresini bile elde edemezler.
Madde,
ancak Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur. Bunun aksini iddia eden evrim teorisi ise, akla
tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya attığı iddialar üzerinde
biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu gerçeği açıkça gösterir.
Şimdi bir
de şuursuz atomların kendi kendilerine hayatın temel taşı olan DNA molekülünü
ve proteinleri oluşturup-oluşturamayacaklarına bir bakalım.
DNA’nın
Kompleks Yapısı
DNA
(deoksiribonükleik asit), hücre çekirdeğinde bulunan, vücudun tüm parçalarının,
vücudun her türlü özelliğinin bilgisini taşıyan şifreleri içerir. Şifre o kadar
komplekstir ki, bilim adamları bu şifreyi ancak 1953’lü yıllardan sonra biraz
olsun çözebilmeyi başarmışlardır. DNA bir yandan ait olduğu canlıya dair tüm
bilgileri içerirken diğer yandan da kendi kendisini aynen kopya ederek
çoğalabilmektedir. Sadece atomların bir araya gelmeleri yani molekülleri
oluşturmaları ile oluşan bir molekülün nasıl bilgi taşıdığı ve nasıl kendi
kendisini kopyalayarak çoğaldığı da cevaplanamayan sorulardan biridir.
Proteinler
ise hem canlıların yapı taşıdır hem de organizmanın pek çok hayati
fonksiyonunda kilit rol oynar. Örneğin bir hemoglobin proteini vücudumuzun her
yerine oksijen taşır, antikor proteinleri vücuda giren mikropları etkisiz hale
getirir, enzim proteinleri yediğimiz yemekleri enerji verecek maddeler haline
gelecek biçimde sindirmemizi sağlar... DNA’mızda yaklaşık 50 bin farklı tipte
protein yapılabilmesini sağlayan tarifler bulunur. Görüldüğü gibi proteinler
bir canlının varlığını sürdürebilmesi için son derece hayati öneme sahiptir ve
bu proteinlerden tek bir tanesinin bile eksikliğinde canlının varlığını
sürdürmesi mümkün olmaz. Her biri dev moleküller olan DNA ve proteinlerin kendi
kendilerine, tesadüfler sonucu oluşmaları bilimsel olarak imkansızdır.
DNA özel
bir dizilimden oluşan bir nükleotidler serisidir; bir protein ise yine özel
dizilimlere sahip olan aminoasitler serisidir. Her şeyden önce ne DNA
moleküllerinin ne de binlerce çeşitteki protein molekülünün tesadüfler sonucu
canlılık için hayati olan uygun dizilimleri elde edebilmesi matematiksel olarak
mümkün değildir. Olasılık hesapları en basit bir protein moleküllerinin dahi
tesadüfler sonucu doğru dizilimi yakalamasının "0" ihtimal olduğunu
ortaya koymaktadır (bkz. Evrim Aldatmacası, Harun Yahya). Bu matematiksel
imkansızlığın yanı sıra bu moleküllerin tesadüfen oluşmasında önemli bir de
kimyasal engel vardır: Eğer DNA ve proteinler arasındaki ilişki zaman, tesadüf
ve doğal süreçler sonucunda gelişmiş olsaydı, DNA ve proteinler birbirleriyle
kontrolsüz olarak reaksiyona girme eğiliminde olurlardı. Çünkü asit ve bazların
birbirleriyle reaksiyona girme eğilimleri çok yüksektir. Böyle bir durumda da,
tesadüfler rol oynayacak olsaydı DNA ve proteinler bugünkü canlı varlıkları
oluşturmak yerine, doğal reaksiyonlara girerek şeker-asit, amino fosforik asit
gibi farklı moleküller oluştururlardı.
Kimyasal
yapıları kolayca tepkimeye girmeye müsait olan DNA ve proteinlerin, zamanla,
tesadüfen canlı hayatını oluşturabilmeleri mümkün müdür? Hayır, kesinlikle
mümkün değildir. Problem şudur: DNA ve proteinlerin muhtemel olarak
girebileceği tüm kimyasal reaksiyonlar, canlı yaşamının oluşmasına izin
vermeyen YANLIŞ reaksiyonlardır. Eğer zamana ve şansa kalsaydı, DNA ve
proteinler canlı yaşamı oluşturmak şöyle dursun, canlı yaşamını yok edecek
şekilde reaksiyona girerlerdi.43
Görüldüğü
gibi hiçbir şekilde tesadüfen oluşması mümkün olmayan DNA ve proteinlerin var
olduktan sonra da canlılığı oluşturmak üzere başıboş olmaları kesinlikle mümkün
değildir. Günümüzün ünlü düşünürlerinden Jean Guitton da "Tanrı ve
Bilim" isimli kitabında bu imkansızlığı vurgulamış, canlılığın oluşmasının
kesinlikle tesadüfler sonucu oluşamayacağını belirtmiştir:
"Hangi
‘rastlantı’ sonucu bazı atomlar birbirlerine yaklaşıp amino asitlerin ilk
moleküllerini oluşturdular? Yine hangi rastlantıyla bu moleküller bir araya
toplanıp DNA denilen bu son derecede kompleks yapıyı kurdular? Biyoloji bilgini
François Jacob gibi ben de şu basit soruyu soruyorum: ilk canlı hücrenin
doğmasını sağlayacak ilk mesajı veren ilk DNA molekülünün planlarını kim
hazırladı?
Eğer işe
rastlantıyı sokan varsayımlarla yetinilirse bu sorular -ve daha birçoğu-,
yanıtsız kalıyor; bunun için, birkaç yıldan bu yana biyoloji bilginlerinin
düşünceleri değişmeye başladı. Tepedeki araştırmacılar Darwin yasalarını artık
düşünmeden, ezbere anlatmakla yetinmiyor, çoğunlukla şaşırtıcı yeni kuramlar
ortaya atıyorlar. Bunlar, açıkça maddeden üstün, düzenleyici bir ilkenin işin
içine karıştığına dayanan kuramlar." 44
Jean Guitton’un
da belirttiği gibi 20. yüzyılda yapılan araştırmalar ve bilimsel keşifler
ışığında bilim öyle bir noktaya varmıştır ki; Darwin’in evrim teorisinin hiçbir
geçerliliğinin olmadığı artık kesin bir bilimsel gerçektir. Bu bilimsel
gerçekten Amerikalı biyolog Michael Behe ünlü "Darwin’in Kara Kutusu"
kitabında şöyle bahsetmektedir:
"Bilim,
yaşamın kimyasının nasıl şekillendiğini anlayabilmek için oldukça büyük
atılımlar yapmıştır. Fakat biyolojik sistemlerin moleküler seviyedeki hassas
düzeni ve kompleksliği, bunların kökenlerinin açıklanması konusunda bilimi
felce uğratmıştır. Bu nedenle kompleks biyomoleküler sistemlerden herhangi
birinin başlangıcı hakkında bir araştırma girişimi olmamıştır. Pek çok bilim
adamı kendilerine fazlaca güvenerek, açıklamaların çoktan ellerinde olduğunu
öne sürmüştür. Veya çok yakında bu açıklamalara ulaşacaklarını söylemişler
fakat profesyonel bilim literatüründe iddialarına bir destek bulamamışlardır.
Daha önemlisi, sistemlerin kendi yapıları incelendiğinde, yaşam mekanizmalarının
Darwinci bir yaklaşımla asla açıklanamayacağı ortadadır." 45
Nasıl ki
tüm evren yokluktan yaratıldıysa, canlı varlıklar da yoktan yaratılmıştır.
Nasıl ki hiçbir şey yokken, tesadüfen var olamazsa, aynı şekilde ölü maddeler
de tesadüfen birleşerek canlı varlıkları oluşturamazlar. Ancak ve ancak sonsuz
kudret, sonsuz akıl ve sonsuz ilim sahibi Allah’ın gücü bunları
gerçekleştirmeye kadirdir:
"Gerçekten
sizin Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden
Allah'tır. Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, güneşe, aya
ve yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da,
emir de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir." (Araf
Suresi, 54)
5. BÖLÜM
ATOMUN GÜCÜ
ATOMUN GÜCÜ
Bütün evrenin, canlı-cansız her şeyin yapı taşı
olan atomların, nasıl olağanüstü bir şekilde maddeyi oluşturduğunu artık
biliyoruz. Son derece küçük olan bu parçacıklar, buraya kadar da görüldüğü
gibi, kendi içlerinde mükemmel bir organizasyona sahiptirler. Ancak atomdaki
mucizevi yön bu kadarla kalmaz; atom aynı zamanda içinde çok muazzam bir
enerjiyi de barındırır.
Atomun
içinde saklı olan güç, bir yandan insanlığa hizmet ederken, diğer yandan da
insanlık için çok büyük bir tehlike oluşturmaktadır. Öyle ki bu gücün kötüye
kullanımıyla, 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima ve Nagasaki’de onbinlerce
insan birkaç saniye gibi çok kısa bir süre içinde hayatlarını kaybettiler.
Yakın geçmişte de, Rusya'daki Çernobil Nükleer Santrali'nde meydana gelen bir
kaza çok sayıda insanın ölmesine ya da sakat kalmasına yol açmıştı.
Atomun
gücünün Hiroşima, Nagasaki ve Çernobil’de yol açtığı felaketlerle ilgili
detaylı bilgi vermeden önce, atomdaki bu gücün ne olduğundan ve nasıl ortaya
çıktığından kısaca bahsedelim.
Çekirdekte
Saklı Güç
Evrendeki
temel kuvvetler bölümünde atom çekirdeğinin içindeki protonları ve nötronları
birarada tutan kuvvetin, "Güçlü Nükleer Kuvvet" olduğunu ifade
etmiştik. İşte nükleer enerji denilen muazzam güç, çekirdekteki bu kuvvetin
serbest bırakılmasıyla ortaya çıkar. Bu enerjinin büyüklüğü elementin cinsine
göre değişir. Çünkü, her elementin çekirdeğindeki proton ve nötron sayıları
farklıdır. Çekirdek büyüdükçe nötron-proton sayıları ile bunları birarada tutan
kuvvetin büyüklüğü de artar. Büyük bir çekirdekte, protonların ve nötronların
birlikteliğini sağlayan bu kuvveti serbest bırakmak son derece zordur.
Parçacıklar, birbirlerinden ayrıldıkça, tıpkı bir yay gibi, daha büyük bir
kuvvetle bir araya gelmeye çalışırlar.
Bu kuvveti
ayrıntıları ile incelemeden önce, özellikle üzerinde durulması gereken bir konu
vardır: Bu kadar küçük bir yere nasıl olup da bu kadar büyük bir kuvvet
sığmaktadır. Bu öyle bir kuvvettir ki binlerce insanın yıllarca yaptığı
araştırmalar sonucunda bulunmuştur. Üzerinde bir oynama yapılmadığı zaman
kimseye bir zararı yoktur, ama insan müdahalesiyle milyonları öldüren bir güç
haline gelebilmektedir.
Atomun
çekirdeğinde bulunan ve milyonlarca kişinin hayatını tehlikeye sokabilecek olan
bu olağanüstü kuvveti, "fisyon" (nükleer parçalanma) ve "füzyon"
(nükleer kaynaşma) tepkimeleri diye adlandırılan iki teknik işlem açığa
çıkarmaktadır. Fisyon adıyla bilinen
reaksiyon atom çekirdeğinin bölünmesi, füzyon isimli reaksiyon ise iki
çekirdeğin büyük bir güçle bir araya getirilip birleştirilmesi olayıdır. Her
iki reaksiyonda da çok fazla miktarda enerji açığa çıkmaktadır.
Nükleer
Parçalanma (Fisyon)
Fisyon adı
verilen tepkime, evrendeki en kuvvetli güç olan "Güçlü Nükleer
Kuvvet" ile bir arada tutulan atom çekirdeğinin parçalanmasıdır. Fisyon
tepkimesi deneylerinde kullanılan ana madde "uranyum"dur. Çünkü
uranyum atomu en ağır atomlardan biridir, bir diğer deyişle çekirdeğinde çok
yüksek sayıda proton ve nötron bulunur.
Fisyon
deneylerinde bilim adamları uranyum çekirdeğine, büyük bir hızla nötron göndermişler
ve bunun sonunda çok ilginç bir durumla karşı karşıya kalmışlardır. Nötron
uranyum çekirdeği tarafından soğurulduktan (yutulduktan) sonra, uranyum
çekirdeği çok kararsız duruma gelmiştir. Burada çekirdeğin "kararsız"
olması demek, çekirdek içindeki proton ve nötron sayıları arasında fark
oluşması ve bu nedenle çekirdekte bir dengesizliğin meydana gelmesi demektir.
Bu durumda çekirdek, meydana gelen dengesizliği gidermek için belli miktarda
enerji yayarak parçalara bölünmeye başlar. Ortaya çıkan enerjinin etkisiyle de
çekirdek, büyük bir hızla içinde barındırdığı parçaları fırlatmaya başlar.
Deneylerden
elde edilen bu sonuçlardan sonra "reaktör" adı verilen özel
ortamlarda, nötronlar hızlandırılarak uranyum üzerine gönderilir. Yalnız,
nötronlar uranyum üzerine gelişigüzel değil, çok ince hesaplar yapılarak
gönderilmektedir. Çünkü, uranyum atomunun üzerine gönderilen herhangi bir
nötronun uranyuma hemen ve istenilen noktadan isabet etmesi gerekmektedir. Bu
yüzden bu deneyler belli bir olasılık göz önünde bulundurularak
gerçekleştirilmektedir. Ne kadar büyük bir uranyum kütlesi kullanılacağı,
uranyum üzerine ne kadarlık bir nötron demeti gönderileceği, nötronların
uranyum kütlesini hangi hızla ve ne kadar süre bombardıman edeceği çok detaylı
olarak hesaplanmaktadır.
Tüm bu
hesaplar yapıldıktan ve uygun ortam hazırlandıktan sonra, hareket eden nötron,
uranyum kütlesindeki atomların çekirdeklerine isabet edecek şekilde bombardıman
edilir ve bu kütledeki atomlardan en azından birinin çekirdeğinin iki parçaya
bölünmesi yeterlidir. Bu bölünmede çekirdeğin kütlesinden ortalama iki ya da üç
nötron açığa çıkar. Açığa çıkan bu nötronlar kütlenin içindeki diğer uranyum
çekirdeklerine çarparak zincirleme reaksiyon başlatırlar. Her yeni bölünen
çekirdek de ilk baştaki uranyum çekirdeği gibi davranır. Böylece zincirleme
çekirdek bölünmeleri gerçekleşir. Bu zincirleme hareketler sonucu çok sayıda
uranyum çekirdeği parçalandığı için ortaya olağanüstü büyüklükte bir enerji
çıkar.
İşte,
onbinlerce insanın ölümüne yol açan Hiroşima ve Nagasaki felaketlerine, bu
çekirdek bölünmeleri sebep olmuştur. 2. Dünya Savaşı sırasında, 1945 yılında
Amerika’nın Hiroşima’ya attığı atom bombasında patlama anında ve hemen
sonrasında yaklaşık 100.000 kişi ölmüştür. Hiroşima felaketinden 3 gün sonra
yine Amerika’nın Nagasaki’ye attığı bir diğer atom bombası yüzünden patlama
anında yaklaşık 40.000 kişi hayatını kaybetmiştir. Çekirdekten çıkan güç bir
yandan insanların ölümüne sebep olurken, diğer yandan çok büyük bir yerleşim
alanı harap olmuş, kalan bölge halkında radyasyon nedeniyle nesiller boyu
düzeltilemeyecek genetik ve fizyolojik bozulmalar meydan gelmiştir.
Peki
dünyamız, tüm atmosfer, bizler de dahil olmak üzere canlı-cansız her şey
atomlardan oluşmuşken, atomların bu tip nükleer tepkimelere girmelerini, her an
ve her yerde yaşanabilecek Hiroşima ve Nagasaki gibi olayları ne
engellemektedir?
Nötronlar
öyle yaratılmışlardır ki, doğada serbest halde -bir çekirdeğe bağlı olmadan-
dolaştıklarında "beta bozunumu" diye adlandırılan bir bozulmaya
uğrarlar. Bu bozulma yüzünden doğada serbest nötrona rastlanmaz. Bu sebeple
nükleer tepkimeye girecek nötronlar yapay yollarla elde edilir.
İşte bu
noktada ortaya çıkan, tüm evrenin Yaratıcısı olan Allah'ın her şeyi ince bir
hesapla var etmiş olduğudur. Allah,
atomu içindeki bu muazzam güç ile beraber yaratmıştır ve bu gücü de olağanüstü
bir şekilde kontrol altında tutmaktadır.
Nükleer
kaynaşma (Füzyon)
Nükleer
kaynaşma (füzyon), parçalanmanın tersine çok hafif iki çekirdeği birleştirerek
daha ağır bir çekirdek oluşturmak ve bu şekilde açığa çıkan bağ enerjisini
kullanmaktır. Ama bunu denetim altında oluşturmak oldukça zor bir iştir. Çünkü
çekirdekler pozitif elektrik yükü taşır ve birbirlerine yaklaştırmak
istenildiğinde çok şiddetli bir şekilde birbirlerini iterler. Bunların
kaynaşmasını sağlamak için aralarındaki itme kuvvetini yenebilecek büyüklükte
bir kuvvetin kullanılması gerekmektedir. Gereken bu kinetik enerji (hareket
enerjisi), 20-30 milyon derecelik bir sıcaklığa eşdeğerdir.46
Bu olağanüstü
yüksek bir derecedir. Araştırmacılar senelerdir, tükettiğinden daha fazla güç
üreten sabit bir füzyon üretmek için çalışmalarına rağmen, bugüne kadar
başarılı olamamışlardır.
Füzyon
tepkimeleri Güneş'te her an doğal olarak gerçekleşmektedir. Güneş'ten gelen ısı
ve ışık, hidrojen çekirdeklerinin birleşerek helyuma dönüşmesi ve bu dönüşüm
sırasında kaybolan maddenin yerine enerji ortaya çıkması sayesinde meydana
gelmektedir. Güneş saniyede 564 milyon ton hidrojeni 560 milyon ton helyuma
çevirir. Kalan 4 milyon ton gaz maddesi de enerjiye dönüşür. Dünyamızdaki
canlılık için son derece hayati öneme sahip güneş enerjisini meydana getiren bu
müthiş olay milyonlarca yıldır, hiç durmadan devam etmektedir. Bu noktada,
şöyle bir soru aklımıza gelebilir. Eğer Güneş'te, saniyede 4 milyon ton kadar
büyük bir miktar madde kaybediliyorsa, Güneş'in sonu ne zaman gelecektir?
Güneş
saniyede 4 milyon ton, dakikada ise 240 milyon ton madde kaybetmektedir.
Güneş'in, 3 milyar yıldan beri bu hızla enerji ürettiğini varsayarsak, bu süre
içinde kaybetmiş olduğu kütle 400.000 milyon kere milyon ton olacaktır ki, bu
değer, yine de Güneş'in şimdiki toplam kütlesinin 5000’de biri kadardır. Bu
miktar, 3 milyar yılda 5 kg’lık bir taş yığınından 1 gram kum eksilmesi
gibidir. Bundan da anlaşılacağı gibi Güneş'in kütlesi öyle büyüktür ki, bu
kütlenin tükenmesi çok uzun bir zaman gerektirir.
İnsanoğlu,
Güneş'in yapısını ve içinde meydana gelen olayları ancak bu yüzyılda
keşfetmiştir. Bundan önce kimsenin nükleer patlama, fisyon, füzyon türü
olaylardan haberi dahi yoktu. Güneş'in nasıl enerji ürettiğini kimse
bilmiyordu. Ancak insanoğlu daha bunlardan habersizken Güneş, milyonlarca
yıldır bu akıl almaz mekanizmasıyla yeryüzünün ve hayatın enerji kaynağı olmaya
devam ediyordu.
İşte bu
noktada şu gerçeğe dikkat çekmek gerekir: Dünyamız muazzam büyüklükte bir
kütleye sahip ve enerji kaynağı olan Güneş'ten o kadar hesaplı bir uzaklığa
yerleştirilmiştir ki ne onun yakıcı, yok edici etkisine maruz kalır, ne de onun
sağlayacağı faydalı enerjiden yoksun kalır. Aynı şekilde bu derece korkunç bir
güce ve enerjiye sahip olan Güneş de başta insan olmak üzere yeryüzündeki tüm
canlılığa en faydalı olacağı mesafe, güç ve büyüklükte yaratılmıştır.
Bu devasa
kütle ve içinde gerçekleşen akıl almaz nükleer reaksiyonlar milyonlarca yıldır
yeryüzüyle mükemmel bir uyum içinde ve en kontrollü biçimde faaliyetini
sürdürmektedir. Bunun ne kadar olağanüstü, kontrollü ve dengeli bir sistem
olduğunu anlamak için, insanın kendi ürettiği basit bir nükleer santrali bile kontrol
altında tutmaktan aciz kaldığını hatırlamak yeterlidir. Örneğin, 1986 yılında
Rusya’daki Çernobil reaktöründe meydana gelen nükleer kazayı hiçbir bilim
adamı, hiçbir teknolojik alet engelleyememiştir. Öyle ki bu nükleer kazanın
etkisinin 30-40 yıl süreceği söylenmektedir. Bilim adamları bu etkiyi
engellemek için bölgeyi dev kalınlıkta betonlarla kapattıkları halde, ilerleyen
günlerde betonlardan sızıntı olduğu haberleri alınmıştır. Değil nükleer
patlama, nükleer bir sızıntı bile insan yaşamı için son derece tehlikelidir ve
bilim bu tehlike karşısında çaresiz kalmaktadır.
İşte bu
noktada Allah’ın sonsuz gücü ve evrendeki her bir zerre (atom) ve bu zerrenin
içindeki tanecikler (proton, nötron...) üzerindeki hakimiyetini görürüz.
Allah'ın, yarattıkları üzerindeki bu gücü ve hakimiyeti bir ayette şöyle haber
verilir:
Senin içinde
olduğun herhangi bir durum, onun hakkında Kur'an'dan okuduğun herhangi bir şey
ve sizin işlediğiniz herhangi bir iş yoktur ki, ona (iyice) daldığınızda, Biz
sizin üzerinizde şahidler durmuş olmayalım. Yerde ve gökte zerre ağırlığınca
hiçbir şey Rabbinden uzakta (saklı) kalmaz. Bunun daha küçüğü de, daha büyüğü
de yoktur ki, apaçık bir kitapta (kayıtlı) olmasın. (Yunus Suresi, 61)
Atom
Bombasının Etkileri: Hiroşima ve Nagasaki
II. Dünya
Savaşı’nın son yılında atılan atom bombaları, atomun içinde ne kadar büyük bir
güç saklı olduğunu tüm dünyanın gözleri önüne sermiştir. Atılan her iki bomba
da, yüzbinlerce insanın hayatlarını kaybetmesine, kalanların birçoğunda da
hayatları boyunca düzelmeyecek fiziksel arazlar meydana gelmesine sebep
olmuştur.
Patlamanın
etkisi bombanın gücüne ve çeşitli çevresel koşullara bağlı olmasına rağmen,
Nagazaki ve Hiroşima örneklerine dayanarak birkaç saniye içerisinde yüzbinlerce
insanın ölmesine yol açan atomun içindeki muazzam gücün, saniyesi saniyesine
nasıl ortaya çıktığını ele alıp inceleyelim:
- Patlama
anı...
Bir atom
bombasının tıpkı Hiroşima ve Nagasaki’de olduğu gibi 2.000 m. yükseklikte
patladığını varsayalım. Patlayıcı kütleye fırlatılan ve ilk çekirdeği
parçalayan nötron, daha önce de bahsedildiği gibi kütle içerisinde zincirleme
tepkimeler oluşturur. Yani ilk parçalanan çekirdekten dışarı fırlayan
nötronlar, başka çekirdeklere çarpar ve bu yeni çekirdekleri de parçalar.
Böylece hızla bütün çekirdekler zincirleme olarak parçalanır ve çok kısa bir
zaman aralığında patlama gerçekleşir. Nötronlar öyle hızlı hareket
etmektedirler ki, saniyenin milyonda biri kadar bir zamanda bomba, kütlesi
yaklaşık 1.000 milyar kilokalorilik bir enerji açığa çıkarır.
Bombanın
çevrildiği gaz kütlesinin sıcaklığı, bir anda birkaç milyon dereceye ve gaz
basıncı da bir milyon atmosfere çıkar.
-
Patlamadan saniyenin binde biri kadar sonra...
Patlamış
olan gaz kütlesinin çapı büyür ve etrafa çeşitli ışınlar yayılır. Bu ışınlar
patlamanın "başlangıç parlaması"nı oluşturur. Bu parlama onlarca
kilometre çapında bir alanda bulunabilecek herhangi bir kişide tam körlüğe
neden olabilir. Öyle ki bu parlak ışık (yüzey birimi başına), Güneş yüzeyinden
yayılandan yüzlerce kat daha büyüktür. Patlama anından başlayarak geçen zaman
öylesine kısadır ki, patlamanın yakınında bulunan bir kişi gözlerini
kapayabilecek zaman bile bulamamıştır.
Şokun
basınç cephesi kapalı kapılarda ağır hasarlara yol açar. Buna karşılık elektrik
taşıma kuleleri, iki parçadan oluşan köprüler ve cam-çelik yapılı gökdelenler
de hasar görürler. Patlamanın yakınlarında da büyük oranda, pudraya benzer ince
toz kalkar.
-
Patlamadan 2 saniye sonra...
Parlayan
kütle ve onu çevreleyen hava, bir ateş topu oluşturur. Yüzeyi henüz son derece
sıcak ve Güneş'inki kadar, hatta daha parlak olan bu ateş topundan yayılan ısı,
4-5 km çapındaki bir alandaki tüm yanabilir maddeleri tutuşturmaya yeterlidir.
Ateş topunun parlaklığı da, görme duyusuna, düzelmeyecek derecede zarar verebilir.
Burada ateş topunun çevresinde, çok büyük bir hızla yer değiştiren şok dalgası
gelişmiştir.
-Patlamadan
6 saniye sonra...
Bu anda
şok dalgası yeryüzüne çarpar ve ilk mekanik zararlara neden olur. Dalga,
şiddetli bir hava basıncı yaratır ve bu basıncın şiddeti patlama merkezinden
uzaklaştıkça azalır. Bu noktadan yaklaşık 1.5 km. uzakta bile, ek basınç,
normal atmosfer basıncının yaklaşık iki katı olur. Bu basınçta insanların sağ
kalabilme ihtimali %1’dir.
-
Patlamadan 13 saniye sonra...
Şok
dalgası yerin yüzeyinde yayılır ve bunu, ateş topunun kovduğu havanın yer
değiştirmesi nedeniyle oluşan patlama izler. Bu patlama yer boyunca 300-400
km/saatlik bir hızla yayılır.
Bu arada
ateş topu soğumuş ve hacmi küçülmüştür. Havadan hafif olduğundan yükselmeye başlar.
Yukarıya doğru yönelen bu hareket, yeryüzünde rüzgarın yönünün tersine
dönmesine yol açar ve şiddetli bir rüzgar, başlangıçta patlama merkezinden
dışarı doğru eserken, şimdi merkeze doğru esmeye koyulur.
-
Patlamadan 30 saniye sonra...
Ateş topu
yükseldikçe, küre biçimindeki şekli bozulur ve tipik bir mantar görünümünü
alır.
-
Patlamadan 2 dakika sonra...
Mantar
biçimli bulut şimdi 12.000 metrelik bir yüksekliğe, yani atmosferin stratosfer
tabakasının alt sınırına ulaşmıştır. Bu kadar yüksek düzeyde esen rüzgarlar,
mantar biçimindeki bulutu azar azar dağıtır ve bulutu oluşturan maddeleri
(genel olarak radyoaktif döküntüleri) atmosfere saçar. Söz konusu bu radyoaktif
döküntüler, çok küçük tanecikler olduklarından atmosferde daha yüksek
katmanlara da çıkabilirler. Bu döküntüler yeryüzüne düşmeden evvel, atmosferin
üst tabakalarında esen rüzgarlar tarafından dünyanın çevresinde birkaç kez
döndürülebilir. Böylece radyasyon döküntüleri dünyanın dört bir yanına
dağılabilir.
Atomdan
Çıkan Radyasyon
Radyasyon,
uzayda saniyede 200.000 km. gibi çok yüksek bir hızda hareket eden, gama
ışınları, nötronlar, elektronlar ve benzeri birkaç tip atom-altı parçacıktan
oluşur. Bu parçacıklar, insan vücuduna kolaylıkla nüfuz edebilir ve vücudu
oluşturan hücrelere hasar verebilirler. Bu hasar ölümcül bir kanserin ortaya
çıkmasına neden olabilir ya da üreme hücreleri içinde yer alırsa, gelecek
kuşakları etkileyecek genetik bozukluklara yol açabilir. Bu yüzden, bir
radyasyon parçacığının insana çarpmasının sonuçları son derece ciddidir.
Atom
patlamalarında ortaya çıkan ışınlar canlılar üzerinde ya doğrudan doğruya ya da
patlama sırasında ortaya çıkan parçalanma ürünleri yoluyla etki yapar.
Bu
parçacık ya da ışınlardan biri madde içinde hızla yol alırken, karşısına çıkan
atom ya da moleküllerle çok şiddetli bir şekilde çarpışır. Bu çarpışma,
hücrenin hassas yapısı için felaket olabilir. Hücre ölebilir ya da iyileşse
bile, içinde belki haftalar, aylar, yıllar sonra kanser dediğimiz kontrol
edilemeyen bir büyüme başlar.
Merkezi
patlama noktasından aşağı yukarı 1.000 metre çapındaki alan içerisinde
radyasyon çok yoğundur. Ölüme yol açan öteki etkilerden kurtulanlar
kanlarındaki akyuvarların hemen hepsini kaybeder, derilerde yaralar belirir,
bunların hepsi birkaç günden iki üç haftaya kadar varan kısa bir süre içinde
kanama nedeniyle ölür. Patlama noktasından daha uzakta olanlar üzerinde ise
radyasyonun etkisi değişiktir. Ateş topundan yayılan bu zararlı ışınlarla karşı
karşıya kalan insan bedeninde 13, 16 ve 22 km. uzaklıklarda sırasıyla üçüncü,
ikinci ve birinci dereceden yanıklar oluşur. Sindirim bozuklukları ve kanamalar
daha hafiftir fakat asıl bozukluklar daha sonra ortaya çıkar. Saçların
dökülmesi, deri yanıkları, kansızlık, kısırlık, çocuk düşürme, sakat çocuk
doğurma... Bu vakalarda da on günden üç aya kadar varan bir süre içinde ölüm
görülebilir. Yıllar geçtikten sonra bile göz bozuklukları (göze perde inmesi),
kan kanseri (lösemi) ve ışınım kanseri meydana gelebilir.
Hidrojen bombası, temelde nükleer füzyon reaksiyonuna dayanan ve çok yüksek tahrip
gücüne sahip nükleer bir silahtır. Hidrojen bombasından açığa çıkan enerji, aynı ağırlıktaki atom bombasına göre yaklaşık 1000 kat daha fazladır. Hidrojen bombası patlamalarının en büyük tehlikelerinden biri
radyoaktif tozların solunum, sindirim ve deri yoluyla vücuda girmesidir. Bu
tozlar bulaşmanın azlığına veya çokluğuna göre yukarıda saydığımız bozukluklara
sebep olurlar.
Tüm bu
sayılanlara, gözümüzle bile göremediğimiz atomlar sebep olmaktadır. Atomlar
gerektiğinde hayatı oluştururlarken, gerektiğinde de hayatı yok ederler. Atomun
bu özelliği bizlere ne kadar aciz olduğumuzu ve Allah’ın kudretinin ne kadar
üstün olduğunu çok açık bir şekilde göstermektedir.
SONUÇ
Atomlardan
meydana gelen bir vücutla, havadaki atomları soluyor, besinlerdeki atomları
yiyor, suyun atomlarını içiyorsunuz. Gördükleriniz ise gözünüzdeki atomlara ait
elektronların fotonlarla çarpışmasından başka bir şey değil. Peki dokunarak
hissettikleriniz? Onlar da cildinizdeki atomların eşyalardaki atomları itmesinden
ibaret...
Elbette
bugün birçok insan, bedeninin, evrenin, dünyanın kısacası her şeyin atomlardan
oluştuğunu bilmektedir. Ama belki de bugüne kadar "atom" ismini
verdiğimiz varlığın nasıl bir sisteme sahip olduğunu düşünmemiştir. Veya
düşündüyse bile nasıl oluştuğunu araştırmaya ihtiyaç duymamıştır; çünkü bunun
yalnızca fizikçilerin işi olduğunu düşünmüştür.
Oysa insan
bu kusursuz sistemle hayatı boyunca iç içe yaşamaktadır. Üstelik bu öyle bir
sistemdir ki, yalnızca oturduğumuz koltuğu oluşturan trilyonlarca atomdan her
biri, üzerine kitap yazılabilecek bir düzene sahiptir. Tek bir atomun
oluşumunu, sistemini, gücünü anlatmak sayfalar alabilmektedir. Hatta teknoloji
geliştikçe ve evren hakkındaki bilgilerimiz arttıkça bu sayfalar daha da
çoğalmaktadır.
Peki tüm
bu düzen nasıl oluşmuştur? Big Bang'in ardından atomlar kendiliğinden ortaya
çıkamaz. Uygun bir ortam tesadüf eseri oluşamaz ve bu atomlar rastgele
birleşerek evreni içine alan elementleri oluşturamazlar. Zira çevrenizde
gördüğünüz her şey, hatta göremediğiniz hava bile atomlardan oluşmaktadır. Ve
bu atomlar arasında son derece karmaşık bir trafik vardır.
O halde bu
atomlar arası trafiği kim idare ediyor olabilir, siz mi? Varlığınızın sadece
atomlardan oluştuğunu kabul ederseniz atomlarınızdan hangisi hangisini, hangi
atomlarınız neyi idare ediyor? Diğer atomlardan farksız olan beyninizin
atomları mı diğerlerini kontrolü altında tutuyor? Beyninizin atomlarının
idareci olduğunu varsayarsak, şu sorulara cevap vermemiz gerekir:
o
Beyni
oluşturan atomların tümü idareci ise, aralarında nasıl ve neye göre karar
veriyorlar?
o
Beyni
oluşturan trilyonlarca atom, aralarında nasıl işbirliği yapıyorlar?
o
Neden
trilyonlarca atomdan biri bile alınan karara itiraz etmiyor?
o
Atomlar
aralarında nasıl iletişim kuruyorlar?
Bu sorular
karşısında beyni oluşturan trilyonlarca atomun tamamının birden idareci
olduğunu söylemenin ne kadar mantıksız bir çıkarım olacağı açıkça
görülmektedir.
Peki bu
trilyonlarca atomdan sadece biri idareci, diğerleri de onu takip ediyor diye düşünmek
doğru olabilir mi? Tek bir atomu idareci kabul edersek o zaman da akla hemen
öncelikle hangi atomun idareci olduğu ve bu atomu kimin seçtiği soruları
geliyor:
o
Bu
atom beynin neresinde duruyor?
o
Bu
atomun diğerlerinden farkı ne?
o
Neden
diğer atomlar kayıtsız-şartsız bu atoma uyuyor?
Bu
soruların cevabını vermeden hemen şunu belirtmemiz gerekir: Bahsedilen idareci
atom da başka parçacıklardan oluşmuştur. Bu parçacıklar niçin ve neye göre bu
idareci atomu oluşturmak üzere bir araya geliyorlar? Bu parçacıkları kim idare
ediyor? Bu parçacıkları idare eden bir başka irade var olduğuna göre bu atomun
idareci olduğunu savunmak ne derece doğru olur?
İşte bu
aşamada beynimizi oluşturan atomlardan birisinin idareci atom olabileceği
iddiası kendiliğinden çürümektedir. İnsanlar, hayvanlar, bitkiler, taş-toprak,
hava, su, eşya, gezegenler, uzay boşluğu her şey atomlardan oluşmuşken,
evrendeki bu sınırsız sayıdaki atom birbirleriyle nasıl tam bir uyum içerisinde
varlıklarını sürdürmektedir? Bu sınırsız sayıdaki atomlardan hangisi, üstelik
kendisi de birçok parçacıktan oluşmuşken idareci olabilir? Böyle bir şeyi iddia
etmek ya da işi tesadüfe bağlamak ve alemleri yaratan Allah'ın varlığını
reddetmek, "vicdanları kabul ettiği halde zulüm ve büyüklenme
dolayısıyla inkar etmek"ten (Neml Suresi, 14) başka bir şey değildir.
Düşünün
ki, atomların çeşitli biçimlerde bir araya gelmesiyle oluşan bir insan dünyaya
geliyor, atomlarla besleniyor, büyüyor. Sonra atomlardan oluşan bir binada
atomlardan oluşan kitapları okuyor. Sonra eline atomlardan oluşan ve üzerinde
atom mühendisi yazılı bir diploma veriyorlar. Ama sonra o çıkıp, "bu
atomlar başıboş tesadüfler sonucunda biraraya gelmişlerdir ve içlerindeki
olağanüstü sistem de tesadüfen oluşmuştur" gibi konuşmalar yapabiliyor.
Eğer böyleyse, kendisi bu konuşmayı yapacak şuuru, iradeyi ve zekayı nereden
alıyor?
İşte
elinizdeki bu çalışmanın neredeyse her sayfasında, canlı-cansız evrendeki her
şeyi oluşturan atomun kendi kendine veya tesadüfen meydana gelmesinin
imkansızlığını tekrar tekrar gördük. Tüm bu anlatılanlara rağmen bu oluşumun
hala "tesadüfen" gerçekleştiğini veya "deneme-yanılma
yoluyla" bugünkü halini aldığını düşünenlere söyleyeceğimiz, Hz.
İbrahim’in inkarcılara söylediğinden farklı olmayacaktır:
Allah,
kendisine mülk verdi diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin
mi? Hani İbrahim: 'Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de
öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrahim: ‘Şüphe yok, Allah güneşi
doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir’ deyince, o inkarcı böylece
afallayıp kalmıştı. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez. (Bakara
Suresi, 258)
EK BÖLÜM
EVRİM YANILGISI
EVRİM YANILGISI
Darwinizm, yani evrim
teorisi, Yaratılış gerçeğini reddetmek amacıyla ortaya atılmış, ancak başarılı
olamamış bilim dışı bir safsatadan başka bir şey değildir. Canlılığın, cansız
maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia eden bu teori, evrende ve canlılarda çok
açık bir düzen bulunduğunun bilim tarafından ispat edilmesiyle ve evrimin
hiçbir zaman yaşanmadığını ortaya koyan 350 milyona yakın fosilin bulunmasıyla
çürümüştür. Böylece Allah'ın tüm evreni ve canlıları yaratmış olduğu gerçeği,
bilim tarafından da kanıtlanmıştır. Bugün evrim teorisini ayakta tutmak için
dünya çapında yürütülen propaganda, sadece bilimsel gerçeklerin çarpıtılmasına,
taraflı yorumlanmasına, bilim görüntüsü altında söylenen yalanlara ve yapılan
sahtekarlıklara dayalıdır.
Ancak bu propaganda
gerçeği gizleyememektedir. Evrim teorisinin bilim tarihindeki en büyük yanılgı
olduğu, son 20-30 yıldır bilim dünyasında giderek daha yüksek sesle dile
getirilmektedir. Özellikle 1980'lerden sonra yapılan araştırmalar, Darwinist
iddiaların tamamen yanlış olduğunu ortaya koymuş ve bu gerçek pek çok bilim
adamı tarafından dile getirilmiştir. Özellikle ABD'de, biyoloji, biyokimya,
paleontoloji gibi farklı alanlardan gelen çok sayıda bilim adamı, Darwinizm'in
geçersizliğini görmekte, canlıların kökenini Yaratılış gerçeğiyle
açıklamaktadırlar.
Evrim teorisinin
çöküşünü ve Yaratılış'ın delillerini diğer pek çok çalışmamızda bütün bilimsel
detaylarıyla ele aldık ve almaya devam ediyoruz. Ancak konuyu, taşıdığı büyük
önem nedeniyle, burada da özetlemekte yarar vardır.
Darwin'i Yıkan Zorluklar
Evrim teorisi, tarihi
eski Yunan'a kadar uzanan pagan bir öğreti olmakla birlikte, kapsamlı olarak
19. yüzyılda ortaya atıldı. Teoriyi bilim dünyasının gündemine sokan en önemli
gelişme, Charles Darwin'in 1859 yılında yayınlanan Türlerin Kökeni adlı
kitabıydı. Darwin bu kitapta dünya üzerindeki farklı canlı türlerini Allah'ın
ayrı ayrı yarattığı gerçeğine kendince karşı çıkıyordu. Darwin'in yanılgılarına
göre, tüm türler ortak bir atadan geliyorlardı ve zaman içinde küçük
değişimlerle farklılaşmışlardı.
Darwin'in teorisi,
hiçbir somut bilimsel bulguya dayanmıyordu; kendisinin de kabul ettiği gibi
sadece bir "mantık yürütme" idi. Hatta Darwin'in kitabındaki
"Teorinin Zorlukları" başlıklı uzun bölümde itiraf ettiği gibi, teori
pek çok önemli soru karşısında açık veriyordu.
Darwin, teorisinin
önündeki zorlukların gelişen bilim tarafından aşılacağını, yeni bilimsel
bulguların teorisini güçlendireceğini umuyordu. Bunu kitabında sık sık
belirtmişti. Ancak gelişen bilim, Darwin'in umutlarının tam aksine, teorinin
temel iddialarını birer birer dayanaksız bırakmıştır.
Darwinizm'in bilim
karşısındaki yenilgisi, üç temel başlıkta incelenebilir:
1) Teori, hayatın
yeryüzünde ilk kez nasıl ortaya çıktığını asla açıklayamamaktadır.
2) Teorinin öne sürdüğü
"evrim mekanizmaları"nın, gerçekte evrimleştirici bir etkiye sahip
olduğunu gösteren hiçbir bilimsel bulgu yoktur.
3) Fosil kayıtları,
evrim teorisinin öngörülerinin tam aksine bir tablo ortaya koymaktadır.
Bu bölümde, bu üç temel
başlığı ana hatları ile inceleyeceğiz.
Aşılamayan İlk Basamak:
Hayatın Kökeni
Evrim teorisi, tüm canlı
türlerinin, bundan yaklaşık 3.8 milyar yıl önce dünyada hayali şekilde
tesadüfen ortaya çıkan tek bir canlı hücreden geldiklerini iddia etmektedir.
Tek bir hücrenin nasıl olup da milyonlarca kompleks canlı türünü oluşturduğu ve
eğer gerçekten bu tür bir evrim gerçekleşmişse neden bunun izlerinin fosil
kayıtlarında bulunamadığı, teorinin açıklayamadığı sorulardandır. Ancak tüm
bunlardan önce, iddia edilen evrim sürecinin ilk basamağı üzerinde durmak
gerekir. Sözü edilen o "ilk hücre" nasıl ortaya çıkmıştır?
Evrim teorisi,
Yaratılış'ı cahilce reddettiği için, o "ilk hücre"nin, hiçbir plan ve
düzenleme olmadan, doğa kanunları içinde kör tesadüflerin ürünü olarak meydana
geldiğini iddia eder. Yani teoriye göre, cansız madde tesadüfler sonucunda
ortaya canlı bir hücre çıkarmış olmalıdır. Ancak bu, bilinen en temel biyoloji
kanunlarına aykırı bir iddiadır.
"Hayat Hayattan
Gelir"
Darwin, kitabında
hayatın kökeni konusundan hiç söz etmemişti. Çünkü onun dönemindeki ilkel bilim
anlayışı, canlıların çok basit bir yapıya sahip olduklarını varsayıyordu.
Ortaçağ'dan beri inanılan "spontane jenerasyon" adlı teoriye göre,
cansız maddelerin tesadüfen biraraya gelip, canlı bir varlık
oluşturabileceklerine inanılıyordu. Bu dönemde böceklerin yemek artıklarından,
farelerin de buğdaydan oluştuğu yaygın bir düşünceydi. Bunu ispatlamak için de
ilginç deneyler yapılmıştı. Kirli bir paçavranın üzerine biraz buğday konmuş ve
biraz beklendiğinde bu karışımdan farelerin oluşacağı sanılmıştı.
Etlerin kurtlanması da
hayatın cansız maddelerden türeyebildiğine bir delil sayılıyordu. Oysa daha
sonra anlaşılacaktı ki, etlerin üzerindeki kurtlar kendiliklerinden
oluşmuyorlar, sineklerin getirip bıraktıkları gözle görülmeyen larvalardan
çıkıyorlardı. Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabını yazdığı dönemde
ise, bakterilerin cansız maddeden oluşabildikleri inancı, bilim dünyasında
yaygın bir kabul görüyordu.
Oysa Darwin'in kitabının
yayınlanmasından beş yıl sonra, ünlü Fransız biyolog Louis Pasteur, evrime
temel oluşturan bu inancı kesin olarak çürüttü. Pasteur yaptığı uzun çalışma ve
deneyler sonucunda vardığı sonucu şöyle özetlemişti: "Cansız maddelerin
hayat oluşturabileceği iddiası artık kesin olarak tarihe gömülmüştür." (Sidney
Fox, Klaus Dose, Molecular Evolution and The Origin of Life, New York:
Marcel Dekker, 1977, s. 2.)
Evrim teorisinin
savunucuları, Pasteur'ün bulgularına karşı uzun süre direndiler. Ancak gelişen
bilim, canlı hücresinin karmaşık yapısını ortaya çıkardıkça, hayatın
kendiliğinden oluşabileceği iddiasının geçersizliği daha da açık hale geldi.
20. Yüzyıldaki Sonuçsuz
Çabalar
20. yüzyılda hayatın
kökeni konusunu ele alan ilk evrimci, ünlü Rus biyolog Alexander Oparin oldu.
Oparin, 1930'lu yıllarda ortaya attığı birtakım tezlerle, canlı hücresinin
tesadüfen meydana gelebileceğini ispat etmeye çalıştı. Ancak bu çalışmalar
başarısızlıkla sonuçlanacak ve Oparin şu itirafı yapmak zorunda kalacaktı:
"Maalesef hücrenin kökeni, evrim teorisinin tümünü içine alan en karanlık
noktayı oluşturmaktadır." (Alexander I. Oparin, Origin of Life,
(1936) New York, Dover Publications, 1953 (Reprint), s. 196.)
Oparin'in yolunu izleyen
evrimciler, hayatın kökeni konusunu çözüme kavuşturacak deneyler yapmaya
çalıştılar. Bu deneylerin en ünlüsü, Amerikalı kimyacı Stanley Miller
tarafından 1953 yılında düzenlendi. Miller, ilkel dünya atmosferinde olduğunu
iddia ettiği gazları bir deney düzeneğinde birleştirerek ve bu karışıma enerji
ekleyerek, proteinlerin yapısında kullanılan birkaç organik molekül (aminoasit)
sentezledi.
O yıllarda evrim adına
önemli bir aşama gibi tanıtılan bu deneyin geçerli olmadığı ve deneyde
kullanılan atmosferin gerçek dünya koşullarından çok farklı olduğu, ilerleyen
yıllarda ortaya çıkacaktı. ("New Evidence on Evolution of Early Atmosphere
and Life", Bulletin of the American Meteorological Society, c. 63,
Kasım 1982, s. 1328-1330)
Uzun süren bir
sessizlikten sonra Miller'in kendisi de kullandığı atmosfer ortamının gerçekçi
olmadığını itiraf etti. (Stanley Miller, Molecular Evolution of Life:
Current Status of the Prebiotic Synthesis of Small Molecules, 1986, s. 7.)
Hayatın kökeni sorununu
açıklamak için 20. yüzyıl boyunca yürütülen tüm evrimci çabalar hep
başarısızlıkla sonuçlandı. San Diego Scripps Enstitüsü'nden ünlü jeokimyacı
Jeffrey Bada, evrimci Earth dergisinde 1998 yılında yayınlanan bir
makalede bu gerçeği şöyle kabul eder:
Bugün, 20. yüzyılı geride
bırakırken, hala, 20. yüzyıla girdiğimizde sahip olduğumuz en büyük çözülmemiş
problemle karşı karşıyayız: Hayat yeryüzünde nasıl başladı? (Jeffrey Bada, Earth,
Şubat 1998, s. 40.)
Hayatın Kompleks Yapısı
Evrimcilerin hayatın
kökeni konusunda bu denli büyük bir açmaza girmelerinin başlıca nedeni,
Darwinistlerin en basit zannettikleri canlı yapıların bile olağanüstü derecede
kompleks özelliklere sahip olmasıdır. Canlı hücresi, insanoğlunun yaptığı bütün
teknolojik ürünlerden daha komplekstir. Öyle ki, bugün dünyanın en gelişmiş
laboratuvarlarında bile cansız maddeler biraraya getirilerek canlı bir hücre,
hatta hücreye ait tek bir protein bile üretilememektedir.
Bir hücrenin meydana gelmesi
için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Ancak
bunu detaylarıyla açıklamaya bile gerek yoktur. Evrimciler daha hücre aşamasına
gelmeden çıkmaza girerler. Çünkü hücrenin yapı taşlarından biri olan
proteinlerin tek bir tanesinin dahi tesadüfen meydana gelmesi ihtimali
matematiksel olarak "0"dır.
Bunun nedenlerinden
başlıcası bir proteinin oluşması için başka proteinlerin varlığının
gerekmesidir ki bu, bir proteinin tesadüfen oluşma ihtimalini tamamen ortadan
kaldırır. Dolayısıyla tek başına bu gerçek bile evrimcilerin tesadüf iddiasını
en baştan yok etmek için yeterlidir. Konunun önemi açısından özetle açıklayacak
olursak,
1. Enzimler
olmadan protein sentezlenemez ve enzimler de birer proteindir.
2. Tek
bir proteinin sentezlenmesi için 100'e yakın proteinin hazır bulunması
gerekmektedir. Dolayısıyla proteinlerin varlığı için proteinler gerekir.
3. Proteinleri
sentezleyen enzimleri DNA üretir. DNA olmadan protein sentezlenemez.
Dolayısıyla proteinlerin oluşabilmesi için DNA da gerekir.
4. Protein
sentezleme işleminde hücredeki tüm organellerin önemli görevleri vardır. Yani
proteinlerin oluşabilmesi için, eksiksiz ve tam işleyen bir hücrenin tüm
organelleri ile var olması gerekmektedir.
Hücrenin çekirdeğinde
yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülü ise, inanılmaz bir bilgi
bankasıdır. İnsan DNA'sının içerdiği bilginin, eğer kağıda dökülmeye kalkılsa,
500'er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşturacağı hesaplanmaktadır.
Bu noktada çok ilginç
bir ikilem daha vardır: DNA, yalnız birtakım özelleşmiş proteinlerin
(enzimlerin) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin sentezi de ancak
DNA'daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşir. Birbirine bağımlı olduklarından,
eşlemenin meydana gelebilmesi için ikisinin de aynı anda var olmaları gerekir.
Bu ise, hayatın kendiliğinden oluştuğu senaryosunu çıkmaza sokmaktadır. San
Diego California Üniversitesi'nden ünlü evrimci Prof. Leslie Orgel, Scientific
American dergisinin Ekim 1994 tarihli sayısında bu gerçeği şöyle itiraf
eder:
Son derece kompleks
yapılara sahip olan proteinlerin ve nükleik asitlerin (RNA ve DNA) aynı yerde
ve aynı zamanda rastlantısal olarak oluşmaları aşırı derecede ihtimal dışıdır.
Ama bunların birisi olmadan diğerini elde etmek de mümkün değildir. Dolayısıyla
insan, yaşamın kimyasal yollarla ortaya çıkmasının asla mümkün olmadığı
sonucuna varmak zorunda kalmaktadır. (Leslie E. Orgel, The Origin of Life on
Earth, Scientific American, c. 271, Ekim 1994, s. 78.)
Kuşkusuz eğer hayatın
kör tesadüfler neticesinde kendi kendine ortaya çıkması imkansız ise, bu
durumda hayatın yaratıldığını kabul etmek gerekir. Bu gerçek, en temel amacı
Yaratılış'ı reddetmek olan evrim teorisini açıkça geçersiz kılmaktadır.
Evrimin Hayali
Mekanizmaları
Darwin'in teorisini
geçersiz kılan ikinci büyük nokta, teorinin "evrim mekanizmaları"
olarak öne sürdüğü iki kavramın da gerçekte hiçbir evrimleştirici güce sahip
olmadığının anlaşılmış olmasıdır.
Darwin, ortaya attığı
evrim iddiasını tamamen "doğal seleksiyon" mekanizmasına bağlamıştı.
Bu mekanizmaya verdiği önem, kitabının isminden de açıkça anlaşılıyordu: Türlerin
Kökeni, Doğal Seleksiyon Yoluyla...
Doğal
seleksiyon, doğal seçme demektir. Doğadaki yaşam mücadelesi içinde, doğal şartlara uygun ve güçlü canlıların
hayatta kalacağı düşüncesine dayanır. Örneğin yırtıcı hayvanlar tarafından
tehdit edilen bir geyik sürüsünde, daha hızlı koşabilen geyikler hayatta
kalacaktır. Böylece geyik sürüsü, hızlı ve güçlü bireylerden oluşacaktır. Ama
elbette bu mekanizma, geyikleri evrimleştirmez, onları başka bir canlı türüne,
örneğin atlara dönüştürmez.
Dolayısıyla doğal
seleksiyon mekanizması hiçbir evrimleştirici güce sahip değildir. Darwin de bu
gerçeğin farkındaydı ve Türlerin Kökeni adlı kitabında "Faydalı
değişiklikler oluşmadığı sürece doğal seleksiyon hiçbir şey yapamaz"
demek zorunda kalmıştı. (Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile
of the First Edition, Harvard University Press, 1964, s. 184.)
Lamarck'ın Etkisi
Peki bu "faydalı
değişiklikler" nasıl oluşabilirdi? Darwin, kendi döneminin ilkel bilim
anlayışı içinde, bu soruyu Lamarck'a dayanarak cevaplamaya çalışmıştı.
Darwin'den önce yaşamış olan Fransız biyolog Lamarck'a göre, canlılar yaşamları
sırasında geçirdikleri fiziksel değişiklikleri sonraki nesle aktarıyorlar, nesilden
nesile biriken bu özellikler sonucunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Örneğin
Lamarck'a göre zürafalar ceylanlardan türemişlerdi, yüksek ağaçların
yapraklarını yemek için çabalarken nesilden nesile boyunları uzamıştı.
Darwin de benzeri
örnekler vermiş, örneğin Türlerin Kökeni adlı kitabında, yiyecek bulmak
için suya giren bazı ayıların zamanla balinalara dönüştüğünü iddia etmişti. (B.
G. Ranganathan, Origins?, Pennsylvania: The Banner Of Truth Trust, 1988.)
Ama Mendel'in keşfettiği
ve 20.yüzyılda gelişen genetik bilimiyle kesinleşen kalıtım kanunları,
kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması efsanesini kesin olarak
yıktı. Böylece doğal seleksiyon "tek başına" ve dolayısıyla tümüyle
etkisiz bir mekanizma olarak kalmış oluyordu.
Neo-Darwinizm ve
Mutasyonlar
Darwinistler ise bu
duruma bir çözüm bulabilmek için 1930'ların sonlarında, "Modern Sentetik
Teori"yi ya da daha yaygın ismiyle neo-Darwinizm'i ortaya attılar.
Neo-Darwinizm, doğal seleksiyonun yanına "faydalı değişiklik sebebi"
olarak mutasyonları, yani canlıların genlerinde radyasyon gibi dış etkiler ya
da kopyalama hataları sonucunda oluşan bozulmaları ekledi. Bugün de hala
bilimsel olarak geçersiz olduğunu bilmelerine rağmen, Darwinistlerin savunduğu
model neo-Darwinizm'dir. Teori, yeryüzünde bulunan milyonlarca canlı türünün,
bu canlıların, kulak, göz, akciğer, kanat gibi sayısız kompleks organlarının
"mutasyonlara", yani genetik bozukluklara dayalı bir süreç sonucunda
oluştuğunu iddia etmektedir. Ama teoriyi çaresiz bırakan açık bir bilimsel
gerçek vardır: Mutasyonlar canlıları geliştirmezler, aksine her zaman için
canlılara zarar verirler.
Bunun nedeni çok
basittir: DNA çok kompleks bir düzene sahiptir. Bu molekül üzerinde oluşan
herhangi bir tesadüfi etki ancak zarar verir. Amerikalı genetikçi B. G.
Ranganathan bunu şöyle açıklar:
Mutasyonlar küçük, rasgele
ve zararlıdırlar. Çok ender olarak meydana gelirler ve en iyi ihtimalle
etkisizdirler. Bu üç özellik, mutasyonların evrimsel bir gelişme meydana
getiremeyeceğini gösterir. Zaten yüksek derecede özelleşmiş bir organizmada
meydana gelebilecek rastlantısal bir değişim, ya etkisiz olacaktır ya da
zararlı. Bir kol saatinde meydana gelecek rasgele bir değişim kol saatini
geliştirmeyecektir. Ona büyük ihtimalle zarar verecek veya en iyi ihtimalle
etkisiz olacaktır. Bir deprem bir şehri geliştirmez, ona yıkım getirir.
(Charles Darwin, The Origin of Species: A Facsimile of the First Edition,
Harvard University Press, 1964, s. 179.)
Nitekim bugüne kadar
hiçbir yararlı, yani genetik bilgiyi geliştiren mutasyon örneği gözlemlenmedi.
Tüm mutasyonların zararlı olduğu görüldü. Anlaşıldı ki, evrim teorisinin
"evrim mekanizması" olarak gösterdiği mutasyonlar, gerçekte canlıları
sadece tahrip eden, sakat bırakan genetik olaylardır. (İnsanlarda mutasyonun en
sık görülen etkisi de kanserdir.) Elbette tahrip edici bir mekanizma
"evrim mekanizması" olamaz. Doğal seleksiyon ise, Darwin'in de kabul
ettiği gibi, "tek başına hiçbir şey yapamaz." Bu gerçek bizlere
doğada hiçbir "evrim mekanizması" olmadığını göstermektedir. Evrim
mekanizması olmadığına göre de, evrim denen hayali süreç yaşanmış olamaz.
Fosil Kayıtları: Ara
Formlardan Eser Yok
Evrim teorisinin iddia
ettiği senaryonun yaşanmamış olduğunun en açık göstergesi ise fosil
kayıtlarıdır.
Evrim teorisinin bilim
dışı iddiasına göre bütün canlılar birbirlerinden türemişlerdir. Önceden var
olan bir canlı türü, zamanla bir diğerine dönüşmüş ve bütün türler bu şekilde
ortaya çıkmışlardır. Teoriye göre bu dönüşüm yüz milyonlarca yıl süren uzun bir
zaman dilimini kapsamış ve kademe kademe ilerlemiştir.
Bu durumda, iddia edilen
uzun dönüşüm süreci içinde sayısız "ara türler"in oluşmuş ve yaşamış
olmaları gerekir.
Örneğin geçmişte, balık
özelliklerini taşımalarına rağmen, bir yandan da bazı sürüngen özellikleri kazanmış
olan yarı balık-yarı sürüngen canlılar yaşamış olmalıdır. Ya da sürüngen
özelliklerini taşırken, bir yandan da bazı kuş özellikleri kazanmış
sürüngen-kuşlar ortaya çıkmış olmalıdır. Bunlar, bir geçiş sürecinde oldukları
için de, sakat, eksik, kusurlu canlılar olmalıdır. Evrimciler geçmişte yaşamış
olduklarına inandıkları bu hayali varlıklara "ara-geçiş formu" adını
verirler.
Eğer gerçekten bu tür
canlılar geçmişte yaşamışlarsa bunların sayılarının ve çeşitlerinin milyonlarca
hatta milyarlarca olması gerekir. Ve bu garip canlıların kalıntılarına mutlaka
fosil kayıtlarında rastlanması gerekir. Darwin, Türlerin Kökeni'nde bunu
şöyle açıklamıştır:
Eğer teorim doğruysa,
türleri birbirine bağlayan sayısız ara-geçiş çeşitleri mutlaka yaşamış
olmalıdır... Bunların yaşamış olduklarının kanıtları da sadece fosil
kalıntıları arasında bulunabilir. (Charles Darwin, The Origin of Species,
s. 172, 280.)
Ancak bu satırları yazan
Darwin, bu ara formların fosillerinin bir türlü bulunamadığının da farkındaydı.
Bunun teorisi için büyük bir açmaz oluşturduğunu görüyordu. Bu yüzden, Türlerin
Kökeni kitabının "Teorinin Zorlukları" (Difficulties on Theory)
adlı bölümünde şöyle yazmıştı:
Eğer gerçekten türler öbür
türlerden yavaş gelişmelerle türemişse, neden sayısız ara geçiş formuna
rastlamıyoruz? Neden bütün doğa bir karmaşa halinde değil de, tam olarak
tanımlanmış ve yerli yerinde? Sayısız ara geçiş formu olmalı, fakat niçin
yeryüzünün sayılamayacak kadar çok katmanında gömülü olarak bulamıyoruz...
Niçin her jeolojik yapı ve her tabaka böyle bağlantılarla dolu değil?
(Charles Darwin, The Origin of Species, s. 172, 280)
Darwin'in Yıkılan
Umutları
Ancak 19. yüzyılın
ortasından bu yana dünyanın dört bir yanında hummalı fosil araştırmaları
yapıldığı halde bu ara geçiş formlarına rastlanamamıştır. Yapılan kazılarda ve
araştırmalarda elde edilen bütün bulgular, evrimcilerin beklediklerinin aksine,
canlıların yeryüzünde birdenbire, eksiksiz ve kusursuz bir biçimde ortaya
çıktıklarını göstermiştir.
Ünlü İngiliz paleontolog
(fosil bilimci) Derek W. Ager, bir evrimci olmasına karşın bu gerçeği şöyle
itiraf eder:
Sorunumuz şudur: Fosil
kayıtlarını detaylı olarak incelediğimizde, türler ya da sınıflar seviyesinde
olsun, sürekli olarak aynı gerçekle karşılaşırız; kademeli evrimle gelişen değil,
aniden yeryüzünde oluşan gruplar görürüz. (Derek A. Ager, "The Nature
of the Fossil Record", Proceedings of the British Geological
Association, c. 87, 1976, s. 133.)
Yani fosil kayıtlarında,
tüm canlı türleri, aralarında hiçbir geçiş formu olmadan eksiksiz biçimleriyle
aniden ortaya çıkmaktadırlar. Bu, Darwin'in öngörülerinin tam aksidir. Dahası,
bu canlı türlerinin yaratıldıklarını gösteren çok güçlü bir delildir. Çünkü bir
canlı türünün, kendisinden evrimleştiği hiçbir atası olmadan, bir anda ve kusursuz
olarak ortaya çıkmasının tek açıklaması, o türün yaratılmış olmasıdır. Bu
gerçek, ünlü evrimci biyolog Douglas Futuyma tarafından da kabul edilir:
Yaratılış ve evrim,
yaşayan canlıların kökeni hakkında yapılabilecek yegane iki açıklamadır.
Canlılar dünya üzerinde ya tamamen mükemmel ve eksiksiz bir biçimde ortaya
çıkmışlardır ya da böyle olmamıştır. Eğer böyle olmadıysa, bir değişim süreci
sayesinde kendilerinden önce var olan bazı canlı türlerinden evrimleşerek
meydana gelmiş olmalıdırlar. Ama eğer eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya
çıkmışlarsa, o halde sonsuz güç sahibi bir akıl tarafından yaratılmış olmaları
gerekir. (Douglas J. Futuyma, Science on Trial, New York: Pantheon
Books, 1983. s. 197.)
Fosiller ise, canlıların
yeryüzünde eksiksiz ve mükemmel bir biçimde ortaya çıktıklarını
göstermektedir. Yani "türlerin kökeni", Darwin'in sandığının aksine,
evrim değil Yaratılıştır.
İnsanın Evrimi Masalı
Evrim teorisini
savunanların en çok gündeme getirdikleri konu, insanın kökeni konusudur. Bu
konudaki Darwinist iddia, insanın sözde maymunsu birtakım yaratıklardan
geldiğini varsayar. 4-5 milyon yıl önce başladığı varsayılan bu süreçte, insan
ile hayali ataları arasında bazı "ara form"ların yaşadığı iddia
edilir. Gerçekte tümüyle hayali olan bu senaryoda dört temel
"kategori" sayılır:
1- Australopithecus
2- Homo habilis
3- Homo erectus
4- Homo sapiens
Evrimciler, insanların
sözde ilk maymunsu atalarına "güney maymunu" anlamına gelen "Australopithecus"
ismini verirler. Bu canlılar gerçekte soyu tükenmiş bir maymun türünden
başka bir şey değildir. Lord Solly Zuckerman ve Prof. Charles Oxnard gibi
İngiltere ve ABD'den dünyaca ünlü iki anatomistin Australopithecus
örnekleri üzerinde yaptıkları çok geniş kapsamlı çalışmalar, bu canlıların
sadece soyu tükenmiş bir maymun türüne ait olduklarını ve insanlarla hiçbir
benzerlik taşımadıklarını göstermiştir. (Charles E. Oxnard, "The Place
of Australopithecines in Human Evolution: Grounds for Doubt", Nature,
c. 258, s. 389. )
Evrimciler insan
evriminin bir sonraki safhasını da, "homo" yani insan olarak
sınıflandırırlar. İddiaya göre homo serisindeki canlılar, Australopithecuslar'dan
daha gelişmişlerdir. Evrimciler, bu farklı canlılara ait fosilleri ardı ardına
dizerek hayali bir evrim şeması oluştururlar. Bu şema hayalidir, çünkü gerçekte
bu farklı sınıfların arasında evrimsel bir ilişki olduğu asla
ispatlanamamıştır. Evrim teorisinin 20. yüzyıldaki en önemli savunucularından
biri olan Ernst Mayr, "Homo sapiens'e uzanan zincir gerçekte
kayıptır" diyerek bunu kabul eder. (J. Rennie, "Darwin's Current
Bulldog: Ernst Mayr", Scientific American, Aralık 1992)
Evrimciler "Australopithecus
> Homo habilis > Homo erectus > Homo sapiens"
sıralamasını yazarken, bu türlerin her birinin, bir sonrakinin atası olduğu
izlenimini verirler. Oysa paleoantropologların son bulguları, Australopithecus,
Homo habilis ve Homo erectus'un dünya'nın farklı bölgelerinde aynı
dönemlerde yaşadıklarını göstermektedir. (Alan Walker, Science, c. 207,
1980, s. 1103; A. J. Kelso, Physical Antropology, 1. baskı, New York: J.
B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, c. 3, Cambridge:
Cambridge University Press, 1971, s. 272.)
Dahası Homo erectus
sınıflamasına ait insanların bir bölümü çok modern zamanlara kadar yaşamışlar, Homo
sapiens neandertalensis ve Homo sapiens sapiens (insan) ile aynı
ortamda yan yana bulunmuşlardır. (Time, Kasım 1996)
Bu ise elbette bu
sınıfların birbirlerinin ataları oldukları iddiasının geçersizliğini açıkça
ortaya koymaktadır. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould,
kendisi de bir evrimci olmasına karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu
çıkmazı şöyle açıklar:
Eğer birbiri ile paralel
bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim
soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki, bunların biri diğerinden gelmiş olamaz.
Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi
göstermemektedirler. (S. J. Gould, Natural History, c. 85, 1976, s. 30.)
Kısacası, medyada ya da
ders kitaplarında yer alan hayali birtakım "yarı maymun, yarı insan"
canlıların çizimleriyle, yani sırf propaganda yoluyla ayakta tutulmaya
çalışılan insanın evrimi senaryosu, hiçbir bilimsel temeli olmayan bir masaldan
ibarettir. Bu konuyu uzun yıllar inceleyen, özellikle Australopithecus
fosilleri üzerinde 15 yıl araştırma yapan İngiltere'nin en ünlü ve saygın bilim
adamlarından Lord Solly Zuckerman, bir evrimci olmasına rağmen, ortada maymunsu
canlılardan insana uzanan gerçek bir soy ağacı olmadığı sonucuna varmıştır.
Zuckerman bir de ilginç
bir "bilim skalası" yapmıştır. Bilimsel olarak kabul ettiği bilgi
dallarından, bilim dışı olarak kabul ettiği bilgi dallarına kadar bir yelpaze
oluşturmuştur. Zuckerman'ın bu tablosuna göre en "bilimsel" -yani
somut verilere dayanan- bilgi dalları kimya ve fiziktir. Yelpazede bunlardan
sonra biyoloji bilimleri, sonra da sosyal bilimler gelir. Yelpazenin en ucunda,
yani en "bilim dışı" sayılan kısımda ise, Zuckerman'a göre, telepati,
altıncı his gibi "duyum ötesi algılama" kavramları ve bir de
"insanın evrimi" vardır! Zuckerman, yelpazenin bu ucunu şöyle
açıklar:
Objektif gerçekliğin
alanından çıkıp da, biyolojik bilim olarak varsayılan bu alanlara -yani duyum
ötesi algılamaya ve insanın fosil tarihinin yorumlanmasına- girdiğimizde, evrim
teorisine inanan bir kimse için herşeyin mümkün olduğunu görürüz. Öyle ki
teorilerine kesinlikle inanan bu kimselerin çelişkili bazı yargıları aynı anda
kabul etmeleri bile mümkündür. (Solly Zuckerman, Beyond The Ivory Tower,
New York: Toplinger Publications, 1970, s. 19.)
İşte insanın evrimi
masalı da, teorilerine körü körüne inanan birtakım insanların buldukları bazı
fosilleri ön yargılı bir biçimde yorumlamalarından ibarettir.
Darwin Formülü!
Şimdiye kadar ele
aldığımız tüm teknik delillerin yanında, isterseniz evrimcilerin nasıl saçma
bir inanışa sahip olduklarını bir de çocukların bile anlayabileceği kadar açık
bir örnekle özetleyelim.
Evrim teorisi canlılığın
tesadüfen oluştuğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu akıl dışı iddiaya göre
cansız ve şuursuz atomlar biraraya gelerek önce hücreyi oluşturmuşlardır ve
sonrasında aynı atomlar bir şekilde diğer canlıları ve insanı meydana
getirmişlerdir. Şimdi düşünelim; canlılığın yapıtaşı olan karbon, fosfor, azot,
potasyum gibi elementleri biraraya getirdiğimizde bir yığın oluşur. Bu atom
yığını, hangi işlemden geçirilirse geçirilsin, tek bir canlı oluşturamaz.
İsterseniz bu konuda bir "deney" tasarlayalım ve evrimcilerin aslında
savundukları, ama yüksek sesle dile getiremedikleri iddiayı onlar adına
"Darwin Formülü" adıyla inceleyelim:
Evrimciler, çok sayıda
büyük varilin içine canlılığın yapısında bulunan fosfor, azot, karbon, oksijen,
demir, magnezyum gibi elementlerden bol miktarda koysunlar. Hatta normal
şartlarda bulunmayan ancak bu karışımın içinde bulunmasını gerekli gördükleri
malzemeleri de bu varillere eklesinler. Karışımların içine, istedikleri
kadar amino asit, istedikleri kadar da
protein doldursunlar. Bu karışımlara istedikleri oranda ısı ve nem versinler.
Bunları istedikleri gelişmiş cihazlarla karıştırsınlar. Varillerin başına da
dünyanın önde gelen bilim adamlarını koysunlar. Bu uzmanlar babadan oğula,
kuşaktan kuşağa aktararak nöbetleşe milyarlarca, hatta trilyonlarca sene
sürekli varillerin başında beklesinler.
Bir canlının oluşması
için hangi şartların var olması gerektiğine inanılıyorsa hepsini kullanmak
serbest olsun. Ancak, ne yaparlarsa yapsınlar o varillerden kesinlikle bir
canlı çıkartamazlar. Zürafaları, aslanları, arıları, kanaryaları, bülbülleri,
papağanları, atları, yunusları, gülleri, orkideleri, zambakları, karanfilleri,
muzları, portakalları, elmaları, hurmaları, domatesleri, kavunları, karpuzları,
incirleri, zeytinleri, üzümleri, şeftalileri, tavus kuşlarını, sülünleri, renk
renk kelebekleri ve bunlar gibi milyonlarca canlı türünden hiçbirini oluşturamazlar.
Değil burada birkaçını saydığımız bu canlı varlıkları, bunların tek bir
hücresini bile elde edemezler.
Kısacası, bilinçsiz atomlar
biraraya gelerek hücreyi oluşturamazlar. Sonra yeni bir karar vererek bir
hücreyi ikiye bölüp, sonra art arda başka kararlar alıp, elektron mikroskobunu
bulan, sonra kendi hücre yapısını bu mikroskop altında izleyen profesörleri
oluşturamazlar. Madde, ancak Yüce Allah'ın üstün yaratmasıyla hayat bulur.
Bunun aksini iddia eden
evrim teorisi ise, akla tamamen aykırı bir safsatadır. Evrimcilerin ortaya
attığı iddialar üzerinde biraz bile düşünmek, üstteki örnekte olduğu gibi, bu
gerçeği açıkça gösterir.
Göz ve Kulaktaki
Teknoloji
Evrim teorisinin
kesinlikle açıklama getiremeyeceği bir diğer konu ise göz ve kulaktaki üstün
algılama kalitesidir.
Gözle ilgili konuya
geçmeden önce "Nasıl görürüz?" sorusuna kısaca cevap verelim. Bir
cisimden gelen ışınlar, gözde retinaya ters olarak düşer. Bu ışınlar, buradaki
hücreler tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülür ve beynin arka
kısmındaki görme merkezi denilen küçücük bir noktaya ulaşır. Bu elektrik
sinyalleri bir dizi işlemden sonra beyindeki bu merkezde görüntü olarak
algılanır. Bu bilgiden sonra şimdi düşünelim:
Beyin ışığa kapalıdır.
Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere kadar giremez.
Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı, belki de hiç
karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri karanlıkta
ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyretmektesiniz.
Üstelik bu o kadar net
ve kaliteli bir görüntüdür ki 21. yüzyıl teknolojisi bile her türlü imkana
rağmen bu netliği sağlayamamıştır. Örneğin şu anda okuduğunuz kitaba, kitabı
tutan ellerinize bakın, sonra başınızı kaldırın ve çevrenize bakın. Şu anda
gördüğünüz netlik ve kalitedeki bu görüntüyü başka bir yerde gördünüz mü? Bu
kadar net bir görüntüyü size dünyanın bir numaralı televizyon şirketinin
ürettiği en gelişmiş televizyon ekranı dahi veremez. 100 yıldır binlerce
mühendis bu netliğe ulaşmaya çalışmaktadır. Bunun için fabrikalar, dev tesisler
kurulmakta, araştırmalar yapılmakta, planlar ve tasarımlar geliştirilmektedir.
Yine bir TV ekranına bakın, bir de şu anda elinizde tuttuğunuz bu kitaba. Arada
büyük bir netlik ve kalite farkı olduğunu göreceksiniz. Üstelik, TV ekranı size
iki boyutlu bir görüntü gösterir, oysa siz üç boyutlu, derinlikli bir
perspektifi izlemektesiniz.
Uzun yıllardır on
binlerce mühendis üç boyutlu TV yapmaya, gözün görme kalitesine ulaşmaya
çalışmaktadırlar. Evet, üç boyutlu bir televizyon sistemi yapabildiler ama onu
da gözlük takmadan üç boyutlu görmek mümkün değil, kaldı ki bu suni bir üç
boyuttur. Arka taraf daha bulanık, ön taraf ise kağıttan dekor gibi durur.
Hiçbir zaman gözün gördüğü kadar net ve kaliteli bir görüntü oluşmaz. Kamerada
da, televizyonda da mutlaka görüntü kaybı meydana gelir.
İşte evrimciler, bu
kaliteli ve net görüntüyü oluşturan mekanizmanın tesadüfen oluştuğunu iddia
etmektedirler. Şimdi biri size, odanızda duran televizyon tesadüfler sonucunda
oluştu, atomlar biraraya geldi ve bu görüntü oluşturan aleti meydana getirdi
dese ne düşünürsünüz? Binlerce kişinin biraraya gelip yapamadığını şuursuz
atomlar nasıl yapsın?
Gözün gördüğünden daha
ilkel olan bir görüntüyü oluşturan alet tesadüfen oluşamıyorsa, gözün ve gözün
gördüğü görüntünün de tesadüfen oluşamayacağı çok açıktır. Aynı durum kulak
için de geçerlidir. Dış kulak, çevredeki sesleri kulak kepçesi vasıtasıyla
toplayıp orta kulağa iletir; orta kulak aldığı ses titreşimlerini güçlendirerek
iç kulağa aktarır; iç kulak da bu titreşimleri elektrik sinyallerine
dönüştürerek beyne gönderir. Aynen görmede olduğu gibi duyma işlemi de
beyindeki duyma merkezinde gerçekleşir.
Gözdeki durum kulak için
de geçerlidir, yani beyin, ışık gibi sese de kapalıdır, ses geçirmez.
Dolayısıyla dışarısı ne kadar gürültülü de olsa beynin içi tamamen sessizdir.
Buna rağmen en net sesler beyinde algılanır. Ses geçirmeyen beyninizde bir
orkestranın senfonilerini dinlersiniz, kalabalık bir ortamın tüm gürültüsünü
duyarsınız. Ama o anda hassas bir cihazla beyninizin içindeki ses düzeyi
ölçülse, burada keskin bir sessizliğin hakim olduğu görülecektir.
Net bir görüntü elde
edebilmek ümidiyle teknoloji nasıl kullanılıyorsa, ses için de aynı çabalar
onlarca yıldır sürdürülmektedir. Ses kayıt cihazları, müzik setleri, birçok
elektronik alet, sesi algılayan müzik sistemleri bu çalışmalardan bazılarıdır.
Ancak, tüm teknolojiye, bu teknolojide çalışan binlerce mühendise ve uzmana
rağmen kulağın oluşturduğu netlik ve kalitede bir sese ulaşılamamıştır. En
büyük müzik sistemi şirketinin ürettiği en kaliteli müzik setini düşünün. Sesi
kaydettiğinde mutlaka sesin bir kısmı kaybolur veya az da olsa mutlaka parazit
oluşur veya müzik setini açtığınızda daha müzik başlamadan bir cızırtı mutlaka
duyarsınız. Ancak insan vücudundaki teknolojinin ürünü olan sesler son derece
net ve kusursuzdur. Bir insan kulağı, hiçbir zaman müzik setinde olduğu gibi
cızırtılı veya parazitli algılamaz; ses ne ise tam ve net bir biçimde onu
algılar. Bu durum, insan yaratıldığı günden bu yana böyledir.
Şimdiye kadar
insanoğlunun yaptığı hiçbir görüntü ve ses cihazı, göz ve kulak kadar hassas ve
başarılı birer algılayıcı olamamıştır. Ancak görme ve işitme olayında, tüm
bunların ötesinde, çok büyük bir gerçek daha vardır.
Beynin İçinde Gören ve
Duyan Şuur Kime Aittir?
Beynin içinde, ışıl ışıl
renkli bir dünyayı seyreden, senfonileri, kuşların cıvıltılarını dinleyen, gülü
koklayan kimdir?
İnsanın gözlerinden,
kulaklarından, burnundan gelen uyarılar, elektrik sinyali olarak beyne gider.
Biyoloji, fizyoloji veya biyokimya kitaplarında bu görüntünün beyinde nasıl
oluştuğuna dair birçok detay okursunuz. Ancak, bu konu hakkındaki en önemli
gerçeğe hiçbir yerde rastlayamazsınız: Beyinde, bu elektrik sinyallerini
görüntü, ses, koku ve his olarak algılayan kimdir?
Beynin içinde göze,
kulağa, burna ihtiyaç duymadan tüm bunları algılayan bir şuur bulunmaktadır. Bu
şuur kime aittir?
Elbette bu şuur beyni
oluşturan sinirler, yağ tabakası ve sinir hücrelerine ait değildir. İşte bu
yüzden, herşeyin maddeden ibaret olduğunu zanneden Darwinist-materyalistler bu
sorulara hiçbir cevap verememektedirler. Çünkü bu şuur, Allah'ın yaratmış
olduğu ruhtur. Ruh, görüntüyü seyretmek için göze, sesi duymak için kulağa
ihtiyaç duymaz. Bunların da ötesinde düşünmek için beyne ihtiyaç duymaz.
Bu açık ve ilmi gerçeği
okuyan her insanın, beynin içindeki birkaç santimetreküplük, kapkaranlık mekana
tüm kainatı üç boyutlu, renkli, gölgeli ve ışıklı olarak sığdıran Yüce Allah'ı
düşünüp, O'ndan korkup, O'na sığınması gerekir.
Materyalist Bir İnanç
Buraya kadar
incelediklerimiz, evrim teorisinin bilimsel bulgularla açıkça çelişen bir iddia
olduğunu göstermektedir. Teorinin hayatın kökeni hakkındaki iddiası bilime
aykırıdır, öne sürdüğü evrim mekanizmalarının hiçbir evrimleştirici etkisi yoktur
ve fosiller teorinin gerektirdiği ara formların yaşamadıklarını göstermektedir.
Bu durumda, elbette, evrim teorisinin bilime aykırı bir düşünce olarak bir
kenara atılması gerekir. Nitekim tarih boyunca dünya merkezli evren modeli gibi
pek çok düşünce, bilimin gündeminden çıkarılmıştır. Ama evrim teorisi ısrarla
bilimin gündeminde tutulmaktadır. Hatta bazı insanlar teorinin eleştirilmesini
"bilime saldırı" olarak göstermeye bile çalışmaktadırlar. Peki
neden?..
Bu durumun nedeni, evrim
teorisinin bazı çevreler için, kendisinden asla vazgeçilemeyecek dogmatik bir
inanış oluşudur. Bu çevreler, materyalist felsefeye körü körüne bağlıdırlar ve
Darwinizm'i de doğaya getirilebilecek yegane materyalist açıklama olduğu için
benimsemektedirler.
Bazen bunu açıkça itiraf
da ederler. Harvard Üniversitesi'nden ünlü bir genetikçi ve aynı zamanda önde
gelen bir evrimci olan Richard Lewontin, "önce materyalist, sonra bilim
adamı" olduğunu şöyle itiraf etmektedir:
Bizim materyalizme bir
inancımız var, 'a priori' (önceden kabul edilmiş, doğru varsayılmış) bir inanç
bu. Bizi dünyaya materyalist bir açıklama getirmeye zorlayan şey, bilimin
yöntemleri ve kuralları değil. Aksine, materyalizme olan 'a priori'
bağlılığımız nedeniyle, dünyaya materyalist bir açıklama getiren araştırma
yöntemlerini ve kavramları kurguluyoruz. Materyalizm mutlak doğru olduğuna göre
de, İlahi bir açıklamanın sahneye girmesine izin veremeyiz. (Richard Lewontin, "The
Demon-Haunted World", The New York Review of Books, 9 Ocak, 1997, s.
28.)
Bu sözler, Darwinizm'in,
materyalist felsefeye bağlılık uğruna yaşatılan bir dogma olduğunun açık
ifadeleridir. Bu dogma, maddeden başka hiçbir varlık olmadığını varsayar. Bu
nedenle de cansız, bilinçsiz maddenin, hayatı var ettiğine inanır. Milyonlarca
farklı canlı türünün; örneğin kuşların, balıkların, zürafaların, kaplanların,
böceklerin, ağaçların, çiçeklerin, balinaların ve insanların maddenin kendi
içindeki etkileşimlerle, yani yağan yağmurla, çakan şimşekle, cansız maddenin
içinden oluştuğunu kabul eder. Gerçekte ise bu, hem akla hem bilime aykırı bir
kabuldür. Ama Darwinistler kendilerince Allah'ın apaçık olan varlığını kabul
etmemek için, bu akıl ve bilim dışı kabulü cehaletle savunmaya devam
etmektedirler.
Canlıların kökenine
materyalist bir ön yargı ile bakmayan insanlar ise, şu açık gerçeği görürler:
Tüm canlılar, üstün bir güç, bilgi ve akla sahip olan bir Yaratıcının
eseridirler. Yaratıcı, tüm evreni yoktan var eden, en kusursuz biçimde
düzenleyen ve tüm canlıları yaratıp şekillendiren Allah'tır.
Evrim Teorisi Dünya
Tarihinin En Etkili Büyüsüdür
Burada şunu da belirtmek
gerekir ki, ön yargısız, hiçbir ideolojinin etkisi altında kalmadan, sadece
aklını ve mantığını kullanan her insan, bilim ve medeniyetten uzak toplumların
hurafelerini andıran evrim teorisinin inanılması imkansız bir iddia olduğunu
kolaylıkla anlayacaktır.
Yukarıda da belirtildiği
gibi, evrim teorisine inananlar, büyük bir varilin içine birçok atomu,
molekülü, cansız maddeyi dolduran ve bunların karışımından zaman içinde
düşünen, akleden, buluşlar yapan profesörlerin, üniversite öğrencilerinin,
Einstein, Hubble gibi bilim adamlarının, Frank Sinatra, Charlton Heston gibi
sanatçıların, bunun yanı sıra ceylanların, limon ağaçlarının, karanfillerin
çıkacağına inanmaktadırlar. Üstelik, bu saçma iddiaya inananlar bilim adamları,
profesörler, kültürlü, eğitimli insanlardır. Bu nedenle evrim teorisi için
"dünya tarihinin en büyük ve en etkili büyüsü" ifadesini kullanmak
yerinde olacaktır. Çünkü, dünya tarihinde insanların bu derece aklını başından
alan, akıl ve mantıkla düşünmelerine imkan tanımayan, gözlerinin önüne sanki
bir perde çekip çok açık olan gerçekleri görmelerine engel olan bir başka inanç
veya iddia daha yoktur. Bu, Afrikalı bazı kabilelerin totemlere, Sebe halkının
Güneş'e tapmasından, Hz. İbrahim (as)'ın kavminin elleri ile yaptıkları
putlara, Hz. Musa (as)'ın kavminin içinden bazı insanların altından yaptıkları
buzağıya tapmalarından çok daha vahim ve akıl almaz bir körlüktür. Gerçekte bu
durum, Allah'ın Kuran'da işaret ettiği bir akılsızlıktır. Allah, bazı
insanların anlayışlarının kapanacağını ve gerçekleri görmekten aciz duruma
düşeceklerini birçok ayetinde bildirmektedir. Bu ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz, inkar edenleri
uyarsan da, uyarmasan da, onlar için fark etmez; inanmazlar. Allah, onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir; gözlerinin üzerinde perdeler vardır.
Ve büyük azap onlaradır. (Bakara Suresi, 6-7)
… Kalpleri vardır bununla
kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır bununla
işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar
gafil olanlardır. (Araf Suresi, 179)
Allah, Hicr Suresi'nde
ise, bu insanların mucizeler görseler bile inanmayacak kadar büyülendiklerini
şöyle bildirmektedir:
Onların üzerlerine gökyüzünden
bir kapı açsak, ordan yukarı yükselseler de, mutlaka: "Gözlerimiz
döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz" diyeceklerdir. (Hicr
Suresi, 14-15)
Bu kadar geniş bir
kitlenin üzerinde bu büyünün etkili olması, insanların gerçeklerden bu kadar uzak
tutulmaları ve 150 yıldır bu büyünün bozulmaması ise, kelimelerle
anlatılamayacak kadar hayret verici bir durumdur. Çünkü, bir veya birkaç
insanın imkansız senaryolara, saçmalık ve mantıksızlıklarla dolu iddialara
inanmaları anlaşılabilir. Ancak dünyanın dört bir yanındaki insanların, şuursuz
ve cansız atomların ani bir kararla biraraya gelip; olağanüstü bir
organizasyon, disiplin, akıl ve şuur gösterip kusursuz bir sistemle işleyen
evreni, canlılık için uygun olan her türlü özelliğe sahip olan Dünya gezegenini
ve sayısız kompleks sistemle donatılmış canlıları meydana getirdiğine
inanmasının, "büyü"den başka bir açıklaması yoktur.
Nitekim, Allah Kuran'da,
inkarcı felsefenin savunucusu olan bazı kimselerin, yaptıkları büyülerle
insanları etkilediklerini Hz. Musa (as) ve Firavun arasında geçen bir olayla
bizlere bildirmektedir. Hz. Musa (as), Firavun'a hak dini anlattığında, Firavun
Hz. Musa (as)'a, kendi "bilgin büyücüleri" ile insanların toplandığı
bir yerde karşılaşmasını söyler. Hz. Musa (as), büyücülerle karşılaştığında,
büyücülere önce onların marifetlerini sergilemelerini emreder. Bu olayın
anlatıldığı ayet şöyledir:
(Musa:) "Siz atın"
dedi. (Asalarını) atıverince, insanların gözlerini büyüleyiverdiler, onları
dehşete düşürdüler ve (ortaya) büyük bir sihir getirmiş oldular. (Araf Suresi,
116)
Görüldüğü gibi
Firavun'un büyücüleri yaptıkları "aldatmacalar"la -Hz. Musa (as) ve
ona inananlar dışında- insanların hepsini büyüleyebilmişlerdir. Ancak, onların
attıklarına karşılık Hz. Musa (as)'ın ortaya koyduğu delil, onların bu
büyüsünü, ayette bildirildiği gibi
"uydurduklarını yutmuş" yani etkisiz kılmıştır:
Biz de Musa'ya: "Asanı
fırlatıver" diye vahyettik. (O da fırlatıverince) bir de baktılar ki, o
bütün uydurduklarını derleyip-toparlayıp yutuyor. Böylece hak yerini buldu,
onların bütün yapmakta oldukları geçersiz kaldı. Orada yenilmiş oldular ve
küçük düşmüşler olarak tersyüz çevrildiler. (Araf Suresi, 117-119)
Ayetlerde de
bildirildiği gibi, daha önce insanları büyüleyerek etkileyen bu kişilerin
yaptıklarının bir sahtekarlık olduğunun anlaşılması ile, söz konusu insanlar
küçük düşmüşlerdir. Günümüzde de bir büyünün etkisiyle, bilimsellik kılıfı
altında son derece saçma iddialara inanan ve bunları savunmaya hayatlarını
adayanlar, eğer bu iddialardan vazgeçmezlerse gerçekler tam anlamıyla açığa
çıktığında ve "büyü bozulduğunda" küçük duruma düşeceklerdir.
Nitekim, yaklaşık 60 yaşına kadar evrimi savunan ve ateist bir felsefeci olan,
ancak daha sonra gerçekleri gören Malcolm Muggeridge evrim teorisinin yakın
gelecekte düşeceği durumu şöyle açıklamaktadır:
Ben kendim, evrim
teorisinin, özellikle uygulandığı alanlarda, geleceğin tarih kitaplarındaki en
büyük espri malzemelerinden biri olacağına ikna oldum. Gelecek kuşak, bu kadar çürük ve belirsiz bir
hipotezin inanılmaz bir saflıkla kabul edilmesini hayretle karşılayacaktır.
(Malcolm Muggeridge, The End of Christendom, Grand Rapids: Eerdmans, 1980, s.
43)
Bu gelecek, uzakta
değildir aksine çok yakın bir gelecekte insanlar "tesadüfler"in ilah
olamayacaklarını anlayacaklar ve evrim teorisi dünya tarihinin en büyük
aldatmacası ve en şiddetli büyüsü olarak tanımlanacaktır. Bu şiddetli büyü,
büyük bir hızla dünyanın dört bir yanında insanların üzerinden kalkmaya
başlamıştır. Artık evrim aldatmacasının sırrını öğrenen birçok insan, bu
aldatmacaya nasıl kandığını hayret ve şaşkınlıkla düşünmektedir.
Dediler ki:
"Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın." (Bakara
Suresi, 32)
NOTLAR
1. Stephen Hawking’in Evreni, David Filkin, BBC
Books, Aksoy Yayıncılık, Aralık1998, s. 90
2. Stephen Hawking, Evreni Kucaklayan Karınca,
Alkım Kitapçılık ve Yayıncılık, 1993, s. 62-63
3. Henry Margenau, Roy Abraham Vargesse. Cosmos,
Bios, Theos. La Salla IL: OpeN Court Publishing, 1992, s. 241
4. H. P. Lipson, "A Physicist Looks at
Evolution", Physics Bulletin, vol. 138, 1980, s. 138
5. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi
Yayınları, s.185
6. Colin A. Ronan, The Universe Explained, The
Earth-Dwellers's Guide to the mysteries of Space, Henry Holtand Company, s.
178, 179
7. Taşkın Tuna, Uzayın Sırları, Boğaziçi
Yayınları, s.186
8. Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, (The First
Three Minutes), TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları serisi, 1995, s. 84
9. Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi,
Milliyet, s.9
10. Hugh
Ross, The Creator and the Cosmos, How Greatest Scientific Discoveries of the
Century Reveal God, Colorado: NavPress, revised edition, 1995, s. 76
11.
Michael Denton, Nature’s Destiny:How The Laws of Biology Reveal Purpose in the
Universe, The New York: The Free Press,1998, s.12-13
12. Paul Davies, The Accidental Universe,
Cambridge: Cambridge University Press, 1982, Önsöz.
13. Jean
Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, s. 62
14. Jean
Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, s. 62
15. Jean
Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, s. 62
16. Ümit Şimşek, Atom, Yeni Asya Yayınları, s.7
17. Taşkın
Tuna, Uzayın Ötesi, Boğaziçi Yayınları, 1995, s. 53
18. Jean
Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, 1993, s. 62
19. Taşkın
Tuna, Uzayın Ötesi, Boğaziçi Yayınları, 1995, s. 52
20. Stephen Hawking'in Evreni, David Filkin, BBC
Books, Aksoy Yayıncılık, s 142, 143
21.
Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, s. 150
22.
Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine, TÜBİTAK Yayınları, s. 151
23. Jean
Guitton, Tanrı ve Bilim, Simavi Yayınları, s. 5
24.
Stephen Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet Yayınları, s. 117
25. Martin
Sherwood & Christine Sulton, The Physical World, Oxford University Press,
1988, s. 81
26. Martin
Sherwood & Christine Sulton, The Physical World, Oxford University Press,
1988, s. 82
27. Martin
Sherwood & Christine Sulton, The Physical World, Oxford University Press,
1988, s. 79
28. Vlasov
Trifonov, 107 Kimya Öyküsü, TÜBİTAK Yayınları, s. 117
29. Vlasov
Trifonov, 107 Kimya Öyküsü, TÜBİTAK Yayınları, s. 118
30. David
Burnie, Life, Eyewitness Science, London: Dorling Kindersley, 1996, s.8
31. Nevil
V.Sidgwick, The Chemical Elements and Their Compounds, vol.1, Oxford: Oxford
University Press, 1950, s.490
32. Martin Sherwood & Christine Sulton, The
Physical World, Oxford University Press, 1988, s. 30
33. Structure of Matter, The Time Inc. Book
Company, s. 70, 1992
34.
Molecules, Scientific American Library, P.W. Atkins, s. 115
35.
Molecules, Scientific American Library, P.W. Atkins, s. 128
36.
Molecules, Scientific American Library, P.W. Atkins, s. 130
37.
Molecules, Scientific American Library, P.W. Atkins, s. 93
38. Taşkın
Tuna, Uzayın Ötesi, Boğaziçi Yayınları, 1995, s. 166
39. Henry M. Morris, Impact No. 111, Eylül 1982
40. Prof.Dr. Carl Sagan, Cosmos, s.37
41.
Darlington C.D.,Evolution for Naturalists, (NY, John Wiley, 1980) s.15
42. The Necessity of Darwinism, New Scientist, Vol
94, April 15, 1982, s. 130
43. Dr. Gary Parker, Impact No: 62, Ağustos 1978
44. Jean Guitton, Tanrı ve Bilim, s.38
45. Michael Behe, Darwin’s Black Box, s.8
46. Théma
Larousse, Tematik Ansiklopedi Bilim ve Teknoloji, Evren ve Dünya, Matematik,
Fizik, Kimya, Teknoloji, s. 300
RESİM ALTI
YAZILARI
s.12
Sir Fred
Hoyle
s.13
Evren
büyük bir patlama ile yokluktan var olmuştur. Bu patlamanın ilk anından
itibaren oluşan bütün parçacıkların ve meydana çıkan bütün kuvvetlerin büyük
bir uyum ve denge içinde dağılması sonucunda evrenin şu anki kusursuz sistemi
oluşmuştur.
s.14
Georges
Lemaitre
Edwin
Hubble
Alpha
Centauri yıldızlarının ışıklarının kızıl ve maviye kaymaları, bu yıldızların
birbirlerinin yörüngelerinde hareket ettiklerini ortaya çıkarmıştır. Yapılan
gözlemler yörüngelerin 80 yılda tamamlandığını göstermiştir.
s.15
Albert
Einstein Edwin Hubble'ın gözlem yaptığı Wilson gözlemevine bir ziyaret
sırasında.
s.16
Doppler
etkisine göre galaksi dünyadan sabit bir uzaklıktaysa ışık dalgalarının
spektrumu sabit gözükecektir (üstte), galaksi bizden uzaklaşıyorsa dalgalar
uzayacak, kızıla kayacaktır (ortada), galaksi bize doğru yaklaşıyorsa dalgalar
sıkışmış gözükecek ve maviye kayacaktır. (altta)
George
Gamov
s.17
Arno
Penzias ve Robert Bob Wilson'un kozmik fon radyasyonunu ilk keşfettikleri Bell
Laboratuvarı'ndaki dev boynuz anten.
Penzias ve
Wilson bu keşiflerinden dolayı 1978 yılında Nobel ödülü aldılar.
George
Smoot
s.18
Evrenin
büyük bir patlama sonucu oluştuğunu delillendiren COBE uydusunun fırlatılış anı
s.24
Ne maddenin,
ne de zamanın var olmadığı ve patlamanın gerçekleştiği "0" anından
sonra Evren ve onun yapı taşı olan atomlar çok büyük bir düzen içinde yoktan
var edilmişlerdir.
3 DAKİKA
Protonlar
ve nötronlar atom çekirdeğini meydana getirirler.
s.25
Atom
Elektron
Nötrino
Helyum
Çekirdeği
Nötron
Döteryum
Çekirdeği
Proton
Hadron
Kuark
Yerçekimi
Elektromanyetizma
Zayıf
Nükleer Kuvvet
Güçlü
Nükleer Kuvvet
Antikuark
Tekillik
Birleşik
Kuvvetler
1. SANİYE
Kuarklar proton,
nötron, elektron ve nötrinoları oluşturur
10-6
SANİYE
Antimadde
ve maddenin birbirlerini yok etmeleri
10-35
ile 10-32 SANİYE ARASI
10-43
SANİYE
Planck
zamanı
s.26
Görmedin
mi ki, gerçekten, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar,
ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan birçoğu Allah'a secde etmektedirler. Birçoğu
üzerine azap hak olmuştur. Allah kimi aşağılık kılarsa, artık onun için bir
yüceltici yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar. (Hac Suresi, 18)
s.28
Steven
Weinberg
s.29
Hidrojen
Atomu
Helyum
Atomu
s.31
Geceyi,
gündüzü, güneşi ve ayı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre
hazır kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için
ayetler vardır. (Nahl Suresi, 12)
s.35
Yerçekiminin
olmadığı bir ortamda ancak özel düzenekler kullanılarak belli bir süre
kalınabilir. Çünkü canlılar ancak yerçekiminin var olduğu bir sistemde hayatını
devam ettirebilir.
s.36
Tüm
evrende yerçekimi gibi temel kuvvetlerin üzerine kurulmuş üstün bir tasarım ve
kusursuz bir düzen hüküm sürmektedir. Bu düzenin Sahibi elbette her şeyi
kusursuzca yoktan var eden Allah'tır. Çağdaş fizik ve astronominin en önde
gelen kurucusu ve "yaşamış en büyük bilim adamı" sayılan Isaac Newton
(1642-1727) bu gerçeği şu şekilde ifade eder:
"Güneş
sisteminin, gezegenlerin ve kuyruklu yıldızların harika sistemleri yalnızca
akıllı ve güçlü bir varlığın kudretiyle sürebilir. Bu varlık her şeyi yönetir,
yalnızca dünyanın ruhunu değil, her şeyi, O Allah'tır."
s.40
Çekirdek,
proton ve elektronlardan oluşan atomun her parçasını üçlü bir kuark grubu
meydana getirir.
Atom
s.41
Üçlü kuark
grubu ve merkezinde bulunan iplikçikler
s.42
Manş
Denizi
Almanya
Çek
Cumhuriyeti
Avusturya
İsviçre
Fransa
Biskay
Körfezi
Portekiz
İspanya
Balear
Adaları
Atomun
protonu ile elektronları arasındaki boşluk, yukarıdaki haritada işaretli alan
kadar geniştir.
s.43
karbon -14
6 proton 8
nötron
Nötron
Elektron
Proton
Nötrino
Foton
nitrojen
-14
7 proton,
7 nötron
s.45
topaz
pirit
titanyum
alçı taşı
sarı safir
kalsit
mavi safir
talk
topaz
bakır
zımpara
taşı
flüorit
demir
galen
quartz
kömür
baryum
sülfat
elmas
apatit
feldispat
kaya tuzu
feldispat
quartz
altın
Elementleri
temelde birbirlerinden farklı kılan şey atomlarının çekirdeklerindeki proton
sayılarıdır. Burada görülen maddeleri birbirinden bu denli değişik kılan işte
bu farklılıktır.
s.46
Atomun
çekirdeğindeki proton ve nötronlar kuark adı verilen daha küçük parçacıkların
biraraya gelmesiyle oluşurlar.
s.47
10-9m
molekül
10-10m
atom
10-14m
atom
çekirdeği
10-15m
proton
10-18m
electron
10-18m
kuark
Atomun
yapısından kuark'ın yapısına: Modern hızlandırıcılar kullanılarak, atomu
oluşturan en küçük parçacıkları incelemek mümkündür. Üstteki resim bu ilişkiyi
boyutuna göre gösteriyor.
s.48
Yandaki
resimde elektronların dalga hareketine göre çizdikleri dört farklı yörünge tipi
gösterilmektedir. Elektronlar parçacık özelliğine göre de gezegenlerin Güneş'in
çevresinde dönmeleri gibi yörüngeler çizerler. Fakat elektronların sahip
oldukları bu farklı hareketler, onların tam olarak tanımlanmasını
engellemektedr.
s.50
Elektronlar
çekirdeğin çevresinde, aynı gezegenlerin Güneş'in çevresinde dönmeleri gibi çok
hassas bir ölçüye göre dönerler.
s.51
Gerçekten,
gece ile gündüzün art arda gelişinde ve Allah'ın göklerde ve yerde yarattığı
şeylerde korkup-sakınan bir topluluk için elbette ayetler vardır. (Yunus
Suresi, 6)
s.52
HIZLANDIRILAN
PARÇACIKLAR
Hızlandırıcılar
ve Çarpıştırıcılar
Maddenin
temel yapı taşı olan parçacıkları araştırmak, atomdan milyonlarca defa daha
küçük parçacıkları incelemekle mümkündür. Bu çok küçük parçacıkları incelemek
ise ancak çok küçük ve kompleks parçacık fiziği deney düzenekleriyle
gerçekleştirilebilir. Çok kompleks deneyler ise, çok yönlü bilgisayar kullanımı
ile kontrol edilebilir.
Yüksek
enerji parçacık fiziği maddenin temelinde bulunan yapı taşlarını ve bunların
birbirleri arasındaki etkileşimlerini inceleyen bilim dalıdır. Son yıllarda
yüksek teknoloji olanakları kullanan deneysel çalışmalar sayesinde maddenin
yapısı hakkındaki bilgilerimiz hızla gelişmektedir. Parçacık fiziğinin
araştırmaları kilometrelerce uzunluktaki parçacık hızlandırıcı
laboratuvarlarında yapılır. Parçacık hızlandırıcılarında yüklü parçacıklardan,
çoğunlukla proton ve elektronlar, elektromanyetik alan içinde hızlandırılır ve
yönlendirilir. Hızlandırılan parçacıklar ya sabit hedefler ile ya da birbirleri
ile çarpıştırılır. Bu çarpışmalar sonucunda ortaya çıkan parçacıkların
incelenmesi çeşitli dedektör sistemleri ile gerçekleştirilir.
1950'li
yıllardan başlayarak hızla gelişen hızlandırıcı ve dedektör teknolojileri
sayesinde çok yüksek enerjili çarpışmalar gerçekleştirilmiş ve bu çarpışmaların
gelişmiş detektör sistemlerininde incelenmesi ile maddenin temeli diye
bildiğimiz proton ve nötronların kuark ismini verdiğimiz parçacıklardan oluşan
bir alt yapısı olduğu anlaşılmıştır. Ulaşılan yüksek enerjilerde yapılan
ölçümler protonun yarıçapının yüzde biri kadar olan uzaklıklarda maddenin
yapısını araştırma olanağı sağlamıştır.
Hızlandırıcı
laboratuvarları, kurulmaları ve çalıştırılmalarının çok masraflı oluşları
nedeniyle dünyada sayılı birkaç merkezde bulunmaktadır. En önemlileri Cern
(Cenevre), DESY (Hamburg), Fermilab-FNAL (Chicago) ve SLC (California) olarak
sayılabilir. Yüksek enerji fizikçileri bu merkezlerde büyük gruplar halinde
deneysel çalışmalara katılmakta ve atomun sırlarını araştırmaktadırlar. Bu
laboratuvarlardan SLC'nin uzunluğu 3 km., CERN'in uzunluğu ise 27 km.dir. Ama
devlik yarışında birincilik, ABD'nin Texas eyaletinin merkezinde kurulmakta ve
çember çapı 85 kilometreyi bulacak olan Amerikan projesi SSC'ye aittir… Söz
konusu makinelerin maliyeti de (SSC için bu rakam toplam 6 milyar dolar'dır)
boyutlarıyla birlikte doğal olarak artmaktadır.20
s.53
CERN
parçacık fiziği laboratuvarı yerin 100 metre altında ve 27 kilometre
uzunluğunda inşa edilmiştir. Parçacıklar bu uzun tünelde önce hızlandırılıp,
daha sonra birbirleriyle çarpıştırılırlar.
CERN
parçacık fiziği laboratuvarı İsviçre-Fransa sınırında kurulmuş, 19 Avrupa
ülkesinin üyeliği ile oluşan uluslararası nitelikte bir araştırma merkezidir.
Türkiye'nin de gözlemci statüsünde bulunduğu bu laboratuvarın temel araştırma
konusu maddenin temel yapısı ve bu yapıyı oluşturan temel parçacıklardır.
3000'e yakın fizikçi, mühendis, teknisyen ve idari personelin çalıştığı laboratuvarda
6000'in üstünde üye fizikçi laboratuvara gelerek çalışmalar yapabilmektedir.
s.54
ELEKTRONLAR
İNSANLARIN HİZMETİNDE
Elektrik,
hayatımızın en önemli parçalarından biridir. Onsuz hiçbir şey yaf yük sahibi
elektronların ve iyonların hareketi sonucu oluşan yük akımıdır. Günlük hayatta
kullandığımız televizyon, buzdolabı gibi aletler 1-2 amper elektrik çeker. Peki
bu ölçü neyi ifade etmektedir?
Saniyede 1
Amper'lik akım demek, bir kesitten saniyede 6 milyar kere milyar elektron
geçişi demektir. Yıldırımda ise bu sayı 1 milyon kat daha fazladır.
s.55
Elektronlar
atomun içinde son derece karmaşık bir yörünge izlerler. Bu küçük alanda şehir
trafiğinden çok daha kalabalık bir ortam oluşmasına rağmen, en ufak bir
düzensizlik yaşanmaz.
s.56
KURAN'DAN
İŞARETLER
Elektronların
yörüngesi konusunu incelerken Kuran'da bu konuya işaret eden bir ayet hakkında
da düşünmek gerekir. Atom çekirdeğinin çevresinde 7 yörünge vardır. Her
yörüngenin üzerinde ise sayısı belli olan elektronlar bulunmaktadır. Kuran
ayetlerinde gökyüzünün ve yeryüzünün tabakalarını oluşturan katmanları anlatmak
için kullanılan 7 kat gök ifadesi, atomun göğü olarak bilinen yörüngelere de
işaret ediyor olabilir.
O, biri
diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun? (Mülk Suresi, 3)
Bu sayı
hiçbir zaman değişmez; ne altı olur ne de sekiz. Burada mucizevi olan şey,
elektronun yedi yörüngesine işaret eden bu sayının ayetle tam bir uyum
göstermesidir.
s.62
Radyo
Dalgaları
mikro
dalgalar
kızıl
ötesi ışınlar
görünebilir
ışınlar
mor ötesi
ışınlar
X Işınları
gama
Işınları
Güneş'ten
dünyaya çok çeşitli ışıklar gelmektedir. Yandaki elektromanyetik spektrumda
görüldüğü gibi, biz bu ışınlardan yalnızca çok küçük bir kısmını
algılayabilmekteyiz.
s.63
Renklerin
oluşumundaki bu üstün tasarım, bizleri tek bir gerçeğe götürmektedir: Evren, en
küçük parçasından en büyüğüne kadar çok büyük bir uyum ve düzen içinde
yaratılmıştır. Renklerdeki sanat Allah'ın kusursuz yaratış delillerinden bir
tanesidir.
s.64
Güneş'ten
gelen fotonlar yeryüzündeki maddelerin yapılarını etkileyerek, renkli bir dünya
görmemizi sağlar.
s.67
"Spin
hareketi" basit olarak nesnenin kendi ekseni etrafında dönmesi anlamına
gelir. Evrendeki bütün sistemlerde spin hareketi çok önemli bir rol oynar.
Atomun içindeki parçacıklardan uzaydaki yıldızlara kadar bütün sistemler bu
hareket üzerine kurulmuştur. Spin hareketini dünya üzerinde araştıran bilim
adamları ellerindeki tekniklerle bu görüntüleri yakalama imkanı elde
etmişlerdir. Atomaltında ise bu hareketi görüntülemek, günümüz teknolojisiyle
henüz mümkün olmamıştır.
s.70
Sodyum
atomu son yörüngesindeki elektronu klor atomuna vererek, pozitif yüklenir.
Elektronu alan klor ise negatif yük sahibi olur. Bu iki yükün birbirini
çekmesinin sonucunda da aralarında iyonik bağ oluşur.25
Sodyum
Klorür Molekülü (NaCl)
Na
Cl
Na+
Cl+
Sodyum Atomu
Klor Atomu
Sodyum
İyonu
Klor İyonu
s.71
Flor atomu
Flor
molekülü (F2)
Su
molekülü H2O
Hidrojen
Atomu
Oksijen
Atomu
Bazı
atomlar son yörüngelerindeki elektronları ortak kullanarak kovalent bağ ile
yeni moleküller oluştururlar.
Elektron
Kuvvet
Alüminyum
İyonu
Metal
atomları arasında farklı bir kimyasal bağ söz konusudur. Her metal atomu kendi
dış elektronunu genel bir havuza koyar. Bu elektronlar denizi, metallerin
iletkenliğinin nedenidir.27
s.72
hidrosfer
litosfer
Na 2.6%
K 2.4%
Fe 4.7%
Evrenin
Hammaddeleri ve Periyodik Cetvel: Doğada bulunan 92 adet ve laboratuvarlarda
oluşturulan 17 adet farklı element “Periyodik Cetvel” diye adlandırılan bir
tabloda, proton sayılarına göre yerleştirilmişlerdir.
İlk
bakışta; Periyodik tablo birer, ikişer harfli alt ve üst köşelerinde rakamlar
yazan kutucuklardan ibaret gibi gözükebilir. Ama, bu tabloya, şu an solumakta
olduğumuz hava ve bedenimiz dahil tüm evren sığmaktadır.
s.73
karbon
atomu
O 49.5%
Si 25.8%
Al 7.6%
s.74
ÜÇ BENZER
MOLEKÜL
SONUÇ: ÜÇ
ÇOK FARKLI MADDE
Moleküller
arasındaki birkaç atomluk bir farklılık bile, çok değişik sonuçlar oluşturur.
Örneğin şimdi vereceğimiz iki moleküle dikkatle bir bakın. İkisi de birbirine
çok benziyor, ancak karbon ve hidrojen sayılarında çok ufak farklılıklar var.
Ama sonuç iki zıt madde oluşturmaya yetiyor:
C18H24O2 ve C19H28O2
Bu
moleküller nedir, bir tahminde bulunabiliyor musunuz? Hemen söyleyelim:
Birincisi Östrojen, ikincisi ise testesteron’dur. Yani biri kadınlık, diğeri de
erkeklik hormonudur. Birkaç atomluk bir fark bile, hayret verici biçimde,
cinsiyet farklılıklarına sebep olmaktadır.
Şimdi,
vereceğimiz formüle bir bakın:
C6H12O2
Yukarıdaki
molekül, östrojen ve testesteron hormonları moleküllerine ne kadar da benziyor,
değil mi ? Peki, bu molekül nedir ? Başka bir hormon mu?
Hemen
cevaplayalım: Bu molekül şeker molekülüdür.
Aynı çeşit
elementlerden oluşan bu üç molekül örneğinde, atom sayılarındaki farklılığın,
ne derece farklı maddeler oluşturabildiği çok net olarak görülür. Bir tarafta
cinsiyet oluşturan hormonlar, bir diğer tarafta da temel besin maddesi şeker
var.
s.75
Çok
değerli bir taş parçası olan elmas, doğada genelde grafit halinde bulunan
karbonun bir türevidir.
s.76
Yan Yana Gelen Her Atom Hemen Reaksiyona
Girseydi Ne Olurdu?
Az önce
tüm evrenin 109 farklı elementin atomlarının birbirleriyle reaksiyona girmeleri
sonucu oluştuğunu söylemiştik. Burada, üzerinde dikkatle durulması gereken bir
nokta vardır; o da, tepkimenin oluşabilmesi için çok önemli bir koşulun
gerçekleşmesi gerektiğidir.
Örneğin,
oksijenle hidrojen her bir araya geldiğinde su oluşmaz. Ya da demir havayla
temas eder-etmez hemen paslanmaz. Eğer öyle olsaydı, katı ve parlak bir metal
olan demir, birkaç dakika içinde yumuşak bir toz olan demir okside dönüşür,
yeryüzünde metal diye bir madde kalmaz ve dünyanın düzeni bozulurdu. Belirli
bir mesafede yan yana gelen atomlar belirli koşullar oluşmadan hemen
birleşseydi farklı iki maddenin atomları hemen tepkimeye girerlerdi. Böyle bir
durumda ise, koltuğa oturmanız bile mümkün olmazdı. Çünkü koltuğu oluşturan
atomlarla vücudunuzu oluşturan atomlar hemen tepkimeye girer ve koltuk-insan
arası bir varlık (!) olurdunuz. Şüphesiz ki, böyle bir dünyada canlı hayatının
varlığı söz konusu bile olamazdı. Acaba, böyle bir sonucun yaşanması nasıl
engellenmektedir?
Bir
örnekle açıklamak gerekirse, hidrojen ve oksijen molekülleri oda sıcaklığında
çok yavaş tepkimeye girerler, yani "su" oda sıcaklığında çok yavaş
oluşur. Ancak, ortamdaki sıcaklık arttığında moleküllerin enerjileri de artar
ve tepkime hızlanır, yani su daha hızlı oluşur.
Moleküllerin
tepkimeye girebilmeleri için gereken minimum enerji miktarı, "aktifleşme
enerjisi" adı verilen enerji düzeyidir. Su örneğinde görüldüğü gibi,
hidrojen ve oksijen moleküllerinin tepkimeye girip suyu oluşturabilmeleri için,
enerjilerinin aktifleşme enerjisinden yüksek olması gerekmektedir.
Düşünün
ki, yeryüzündeki sıcaklık biraz daha yüksek olsaydı, atomlar çok çabuk
tepkimeye girerdi ve doğadaki denge de bozulurdu. Ancak tersi olsaydı, yani
yeryüzündeki sıcaklık daha düşük olsaydı, bu durumda da atomlar tepkimeye
girmekte çok ağır kalacaklar ve yine doğadaki dengeler bozulacaktı. Bundan da
anlaşıldığı gibi Dünya’nın Güneş'e uzaklığı tam olarak canlı hayatına uygun
olacak bir noktadadır. Elbette ki canlılık için gereken hassas dengeler bununla
kısıtlı değildir. Dünyanın eksenindeki eğim, kütlesi, yüzey genişliği,
atmosferindeki gazların oranı, uydusu Ay ile arasındaki mesafe ve daha birçok
faktör, sadece ve sadece şu andaki değerleriyle mevcut olduğu takdirde
canlıların hayatta kalması mümkün olmaktadır. Bu noktada ortaya çıkan, tüm bu
faktörlerin birbiri ardınca tesadüflerle oluşamayacağı, hepsinin de canlıların
tüm özelliklerini bilen ve üstün bir kudret sahibi olan Allah tarafından var
edildikleri gerçeğidir.
Kuşkusuz
bilimin bu noktada verdiği cevap, gözlemlediği fizik kurallarına bir isim
takmaktan ibarettir. En başta da belirttiğimiz gibi bu tür olaylarda ne, nasıl,
ne şekilde gibi soruların pek bir anlamı yoktur. Bu sorularla ulaşabildiğimiz
yalnızca, zaten var olan bir kuralın detaylarıdır. Asıl sorulması gereken soru,
bu kuralın neden ve kim tarafından var edildiğidir. Bu sorunun cevabı ise
maddeci inançlarına körü körüne bağlı olan bilim adamları açısından yine bir
muammadır.
İşte
materyalistlerin cevap veremediği bu noktada, aklı ve vicdanıyla bakan bir göz
için durum son derece açıktır: Hiçbir şekilde tesadüflerle açıklanamayacak olan
evrendeki kusursuz dengeler, üstün bir aklın ve iradenin dilemesi sonucu
gerçekleşmiştir. "Şüphesiz, Allah her şeyin hesabını tam olarak
yapandır" (Nisa Suresi, 86) ayetinde de belirtildiği gibi Allah her şeyi
çok hassas bir hesap, düzen ve denge üzerine yaratmıştır.
s.77
Amino
asitlerin dizilimi ve üç boyutlu şekli vücuttaki proteinlerin
görevini/fonksiyonunu belirler.
s.78
Görmedin
mi, Allah, gökten su indirdi, böylece yeryüzü yemyeşil donatıldı. Şüphesiz
Allah, lütfedicidir, her şeyden haberdardır. (Hac Suresi, 63)
s.79
su
molekülü
hidrojen
hidrojen
oksijen
H2O
s.81
Eğer suyun
üstten donma özelliği olmasaydı, denizlerin çok büyük bir bölümü tüm yıl
boyunca donacak ve denizdeki canlı yaşamı çok büyük bir tehlikeye girecekti.
s.82
Donan
suyun yoğunluğu sıvı haldeki sudan daha az olduğu için buzlar suyun üstünde
yüzerler.
s.83
Bir
sıvının yüzeyindeki moleküller içe doğru gerilen bir ağ gibidir. Bu da
sıvılardaki yüzey gerilimini oluşturur. Bu gerilim yüzey moleküllerinin
birbirlerine yakınlaşmasını sağlar, bu da bir sivrisineğin bacaklarının bu
gerilimi kırıp, içeri girmesini engeller. Suyun yüksek yüzey gerilimi birçok
fizyolojik işlem için hayati önem taşır.32
s.85
O3
1
2
3
Klor
O2
Klor Ozona
Nasıl Zarar Verir?
Klor üç
oksijen atomundan oluşan ozon molekülünü parçalar. Ayrılan iki oksijen atomu
oksijen (O2) molekülünü oluştururken, tek kalan oksijen atomu klorla
birleşir. Klorla birleşen bu atom Hipoklorid adını alır. Hipoklorid serbest
kalan bir oksijenle birleşip tekrar bir oksijen molekülü oluşturur. Ve böylece
klor atomu serbest kalır. Bu dönüşüm yüzünden ozonun (O3) tabi
yapısı bozulmuş olur. 33
s.87
PIPERIN
Piperin,
tropik asma Piper nigrum’un yumuşak meyvesi olan siyah ve beyaz biberin aktif
bir elementidir. Karabiber ham meyvenin fermentasyona bırakılması ve sonra da
kurutulması ile elde edilir.
Beyaz
biber ise olgunlaşmış meyvenin kabuğu ve etinin ayrılması ve tohumlarının
kurutulması yoluyla elde edilir. 34
Para-HYDROXYPHENOL
-2-BUTANON ve IONON
Bu iki
molekül bir karışımda bir araya gelerek çok hoş bir kokunun oluşmasına neden
olurlar. Olgun böğürtlen kokusunun nedeni butanon'dur. Yeni koparılan taze
meyve kokusunun kaynağı aynı zamanda kurumuş saman ve menekşe kokusunun kaynağı
olan ionon’dan gelir. Ionon menekşe yağınının güzel kokusudur.35
s.88
FURYLMETHANETHIOL
Bu molekül
kahve aromasının kokusunu verir. Kahvenin uyarıcı etkisi kafeindir. Kahvenin
rengi, nitrojen içeren organik maddelerin ısınmasıyla kahverengileşme
reaksiyonunu sonucu ortaya çıkar. Çekirdekler arasında geçici olarak sıkışan
moleküller tat ve uyarmanın nedenidir.36
KERATIN
Keratin
ipek böcekleri ve örümcekler tarafından salgılanan, katılaşmış çok değerli bir
sıvıdır. İpek polipeptit zincirle birbirine bağlı amino asitlerden
oluşmaktadır. Zincirler ise hidrojen bağları ile biribirilerine bağlıdırlar ve
oldukça büzüşük ancak neredeyse düz levhalar halindedirler. Örümcek ağlarında
da aynı ipek dokusuyla karşılaşırız.37
s.89
Üstteki
resim kötü bir koku molekülüne, soldaki ise güzel bir koku molekülüne aittir.
Görüldüğü gibi güzel koku ile çirkin kokuyu birbirinden ayıran gözle
görülemeyen alemdeki bu ufacık farklardır.
s.94
Yukarıda
görmüş olduğunuz, plastik, alüminyum, çelik gibi maddeler uçabilir mi? Hayır,
tüm bunlar bir araya getirilse yine de uçamazlar. Bir uçak hiçbir uçma özelliği
olmayan parçaların, özel bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle oluşmuştur.
Uçma özelliği ne alüminyumdan, ne plastikten, ne de çelikten gelir. Bu
maddelerin özellikleri önemlidir, ancak uçma özelliği bu maddelerin çok özel
bir tasarımla bir araya getirilmeleriyle kazanılabilir. Canlı sistemler de aynı
bu şekildedir. Bir canlı hücresi de cansız atomların çok özel bir tasarımla bir
araya getirilmesiyle oluşmuştur.
s.95
"Nasıl
oluyor da Allah'ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi
yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz."
(Bakara Suresi, 28)
s.96
Yukarıdaki
çizimin ne kadar anlamsız olduğu açıktır. Günümüzde herkes, doğadaki taşların
veya kaya parçalarının kendi kendilerine kurbağalara veya balıklara
dönüşmeyeceklerini bilir. Elbetteki cansız maddelerden canlılığın oluşması
mümkün değildir. Bu da canlılığın cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu iddia
eden evrim teorisini daha en başından çürütür.
s.97
ATOMLAR
ATOMLARI İNCELERKEN
Evrimci
iddiaya göre, tesadüfler sonucu oluşan atomlar, üniversite profesörlerine
dönüşmüş ve elektron mikroskopları altında kendilerini inceleyip tesadüfen
meydana geldiklerini iddia etmişlerdir. Kuşkusuz böyle bir iddia küçük bir
çocuk için bile inandırıcı değildir.
s.99
Evrimcilerin
istedikleri tüm şartlar sağlansa bir canlı oluşabilir mi? Elbette ki hayır. Bunu
daha iyi anlamak için şöyle bir deney yapalım. Üsttekine benzer bir varile
canlıların oluşumu için gerekli olan bütün atomları, enzimleri, hormonları,
proteinleri kısacası evrimcilerin istedikleri, gerekli gördükleri tüm
elementleri koyalım. Olabilecek her türlü kimyasal ve fiziksel yöntemi
kullanarak bu elementleri karıştıralım ve istedikleri kadar bekleyelim. Ne
yapılırsa yapılsın, ne kadar beklenirse beklensin bu varilden canlı tek bir
varlık bile çıkaramayacaklardır.
s.101
Canlı
hücrelerine ait tüm bilgileri kusursuz bir şifreleme sistemiyle taşıyan DNA
molekülü, çok kompleks bir yapıya sahiptir. Bu molekülün kusursuz yapısı,
evrimcilerin tesadüflerle oluştuğu iddiasını tamamen geçersiz kılmaktadır
"Göklerde
ve yerde olanların tümü Allah'ı tesbih etmiştir. O, üstün ve güçlü (aziz)
olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir
ve öldürür. O, her şeye güç yetirendir. (Hadid Suresi, 1-2)
s.103
"Göklerde
ve yerde olan ne varsa, canlılar ve melekler Allah'a secde ederler ve onlar
büyüklük taslamazlar. Üstlerinden (her an bir azap göndermeye kadir olan) Rablerinden
korkarlar ve emrolundukları şeyi yaparlar. (Nahl Suresi 49-50)
s.106
nötron
uranyum
235
s.107
baryum 142
nötron
krypton 91
nötron
Fisyon,
atom çekirdeğinin parçalanmasıdır. Resimde de görüldüğü gibi, bir nötronla
çarpıştırılan uranyum 235 atomu parçalanıp, krypton 92 ve baryum 142 atomu
oluşturur. Bu çarpışma sonucunda gamma ışınları enerji olarak açığa çıkar.
s.110
Nükleer
kaynaşma (füzyon), parçalanmanın tersine çok hafif iki çekirdeği birleştirerek
daha ağır bir çekirdek oluşturmak ve bu şekilde açığa çıkan bağ enerjisini
kullanmaktır. Yıldızların içindeki çekirdekler çarpıştıklarında kaynaşırlar.
Böylece yeni çekirdekler oluşur ve ortaya nötrino, pozitron, nötron, proton ve
diğer atomaltı parçacıklar enerji olarak açığa çıkarlar. Yıldızlardaki büyük
enerjinin kaynağı bu çekirdek kaynaşmalarıdır.
Nötrino
Pozitron
Proton
reaksiyonu
Helyum 3
Helyum 4
Helyum 3
Helyum 4
Helyum 3
Döteryum Ağır
Hidrojen
Proton
Pozitron
s.111
Döteryum
Döteryum
Helyum 3
Nötron
Enerji
Döteryum
Döteryum
Trityum
Proton
Enerji
Döteryum
Trityum
Helyum 4
Nötron
Enerji
Resimde
gösterilen 3 farklı füzyon reaksiyonu, enerji ve parçacık oluşumuyla
sonuçlanır.
Proton
s.112
Atomun
çekirdeğinde saklı olan bu muazzam gücün açığa çıkmasıyla, birkaç saniye içinde
yüzbinlerce insan hayatını kaybetmiştir.
s.113
Patlama,
arkasında çok kalıcı izler bırakmıştır.
1986
yılında Rusya’daki Çernobil reaktöründe meydana gelen nükleer kazanın insanlar,
tüm diğer canlılar ve bitkiler üzerinde çok kalıcı etkileri olmuştur. Bilim
adamları bu etkilerin 30-40 yıl daha süreceğini söylüyorlar. Nükleer sızıntının
engellenmesi için alınan önlemler bir sonuç vermemiştir. Radyasyonun zararlı
etkilerinin azaltılması için çalışmalar devam etmektedir.
s.114
Hiroşima'ya
atılan bombadan sonra canlılık tamamen ortadan kalkmış, bomba arkasında çok
büyük bir enkaz bırakmıştır.
s.115
Patlama
sonrasında oluşan şiddetli rüzgar sonucunda radyasyon döküntüleri çok geniş bir
alana yayılmış ve arkasında kül tabakası altında kalmış bir görüntü
bırakmıştır.
s.116
Elektron
kaybeder
Radyasyon
Pozitif
iyon
Negatif
iyon
Elektron
kazanır
Radyasyon,
atomun dış yüzeyindeki elektronlara çarptığı zaman, pozitif iyonlar oluşturarak
cok ciddi hasarlar verebilir. Elektronlar diğer nötr atomlara bağlanarak
negatif iyonlar oluştururlar.
s.117
"İnkar
edenler, dediler ki: "Kıyamet-saati bize gelmez." De ki: "Hayır,
gaybı bilen Rabbime andolsun, o muhakkak size gelecektir. Göklerde ve yerde
zerre ağırlığınca hiçbir şey O'ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük
olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta
(yazılı)dır." (Sebe Suresi, 3)
s.119
Dünya
Madde
Atom
Molekül
Çekirdek
Atom
Çekirdek
Elektron
Nötron
Proton
Proton
Quarklar
s.121
Dış
dünyada gördüğümüz her şey, rengarenk çiçekler, kuşlar, gökyüzü, dağlar,
çevremizdeki insanlar kısacası dünyadaki her türlü detay sadece atomlardan
oluşan bir dünyadan bize geliyor.
s.127
En son evrimci
kaynakların da kabul ettiği gibi, hayatın kökeni, hala evrim teorisi için son
derece büyük bir açmazdır.
s.129
Evrim teorisini geçersiz
kılan gerçeklerden bir tanesi, canlılığın inanılmaz derecedeki kompleks
yapısıdır. Canlı hücrelerinin çekirdeğinde yer alan DNA molekülü, bunun bir
örneğidir. DNA, dört ayrı molekülün farklı diziliminden oluşan bir tür bilgi
bankasıdır. Bu bilgi bankasında canlıyla ilgili bütün fiziksel özelliklerin
şifreleri yer alır. İnsan DNA'sı kağıda döküldüğünde, ortaya yaklaşık 900
ciltlik bir ansiklopedi çıkacağı hesaplanmaktadır. Elbette böylesine olağanüstü
bir bilgi, tesadüf kavramını kesin biçimde geçersiz kılmaktadır.
s.132
Evrimciler yüzyılın
başından beri sinekleri mutasyona uğratarak, faydalı mutasyon örneği oluşturmaya
çalıştılar. Ancak on yıllarca süren bu çabaların sonucunda elde edilen tek
sonuç, sakat, hastalıklı ve kusurlu sinekler oldu. En solda, normal bir meyve
sineğinin kafası ve sağda mutasyona uğramış diğer bir meyve sineği.
bacak
anten
gözler
ağız
s.135
Kretase dönemine ait bu
timsah fosili 65 milyon yıllıktır. Günümüzde yaşayan timsahlardan hiçbir farkı
yoktur.
İtalya'da çıkarılmış bu
mene balığı fosili 54 - 37 milyon yıllıktır.
Bu 50 milyon yıllık
çınar yaprağı fosili ABD çıkarılmıştır. 50 milyon yıldır çınar yaprakları hiç
değişmemiş , evrim geçirmemiştir.
s.138
SAHTE
İnsanın evrimi masalını
destekleyen hiçbir fosil kalıntısı yoktur. Aksine, fosil kayıtları insanlar ile
maymunlar arasında aşılamaz bir sınır olduğunu göstermektedir. Bu gerçek
karşısında evrimciler, gerçek dışı birtakım çizim ve maketlere umut
bağlamışlardır. Fosil kalıntılarının üzerine diledikleri maskeleri geçirir ve
hayali yarı maymun yarı insan yüzler oluştururlar.
s.140
Evrimcilerin istedikleri
tüm şartlar sağlansa bir canlı oluşabilir mi? Elbette ki hayır. Bunu daha iyi
anlamak için şöyle bir deney yapalım. Üsttekine benzer bir varile canlıların
oluşumu için gerekli olan bütün atomları, enzimleri, hormonları, proteinleri
kısacası evrimcilerin istedikleri, gerekli gördükleri tüm elementleri
koyalım.Olabilecek her türlü kimyasal ve fiziksel yöntemi kullanarak bu
elementleri karıştıralım ve istedikleri kadar bekleyelim. Ne yapılırsa
yapılsın, ne kadar beklenirse beklensin bu varilden canlı tek bir varlık bile
çıkaramayacaklardır.
s.144
Bir cisimden gelen
uyarılar elektrik sinyaline dönüşerek beyinde bir etki oluştururlar. Görüyorum
derken, aslında zihnimizdeki elektrik sinyallerinin etkisini seyrederiz. Beyin
ışığa kapalıdır. Yani beynin içi kapkaranlıktır, ışık beynin bulunduğu yere
kadar giremez. Görüntü merkezi denilen yer kapkaranlık, ışığın asla ulaşmadığı,
belki de hiç karşılaşmadığınız kadar karanlık bir yerdir. Ancak siz bu zifiri
karanlıkta ışıklı, pırıl pırıl bir dünyayı seyredersiniz.
s.149
Geçmiş zamanlarda timsaha
tapan insanların inanışları ne derece garip ve akıl almazsa günümüzde
Darwinistlerin inanışları da aynı derecede akıl almazdır. Darwinistler
tesadüfleri ve cansız şuursuz atomları cahilce adeta yaratıcı güç olarak kabul
ederler hatta bu batıl inanca bir dine bağlanır gibi bağlanırlar.
ARKA KAPAK
YAZISI
Atomlardan meydana gelen bir vücutla,
havadaki atomları soluyor, besinlerdeki atomları yiyor, suyun atomlarını
içiyorsunuz. Gördükleriniz ise gözünüzdeki atomlara ait elektronların
fotonlarla çarpışmasından başka birşey değil. Peki dokunarak hissettikleriniz?
Onlar da cildinizdeki atomların eşyalardaki atomları itmesinden ibaret...
Elbette bugün birçok insan, bedeninin,
evrenin, dünyanın kısacası her şeyin atomlardan oluştuğunu bilmektedir. Ama
belki de bugüne kadar “atom” ismini verdiğimiz varlığın nasıl bir sisteme sahip
olduğunu düşünmemiştir. Veya düşündüyse bile nasıl oluştuğunu araştırmaya
ihtiyaç duymamıştır; çünkü bunun yalnızca fizikçilerin işi olduğunu
düşünmüştür.
Oysa insan bu kusursuz sistemle hayatı
boyunca iç içe yaşamaktadır. Üstelik bu öyle bir sistemdir ki, yalnızca
oturduğumuz koltuğu oluşturan trilyonlarca atomdan her biri, üzerine kitap
yazılabilecek bir düzenliliğe sahiptir. Tek bir atomun oluşumunu, sistemini,
gücünü anlatmak sayfalar alabilmektedir.
Elinizdeki bu kitapta canlı-cansız,
evrendeki her şeyi oluşturan atomun kendi kendine veya tesadüfen meydana
gelmesinin imkansızlığı ve Allah’ın yaratışındaki kusursuzluk anlatılmaktadır.
YAZAR
HAKKINDA: Harun Yahya müstear ismini kullanan Adnan Oktar, 1956 yılında Ankara'da
doğdu. 1980'li yıllardan bu yana, imani, bilimsel ve siyasi konularda pek çok
eser hazırladı. Bunların yanı sıra, yazarın evrimcilerin sahtekarlıklarını,
iddialarının geçersizliğini ve Darwinizm'in kanlı ideolojilerle olan karanlık
bağlantılarını ortaya koyan çok önemli eserleri bulunmaktadır.
Yazarın tüm
çalışmalarındaki ortak hedef, Kuran'ın tebliğini dünyaya ulaştırmak, böylelikle
insanları Allah'ın varlığı, birliği ve ahiret gibi temel imani konular üzerinde
düşünmeye sevk etmek ve inkarcı sistemlerin çürük temellerini ve sapkın
uygulamalarını gözler önüne sermektir. Nitekim yazarın, bugüne kadar 73 ayrı
dile çevrilen 300’den fazla eseri, dünya çapında geniş bir okuyucu kitlesi
tarafından takip edilmektedir.
Harun Yahya Külliyatı,
-Allah'ın izniyle- 21. yüzyılda dünya insanlarını Kuran'da tarif edilen huzur ve barışa,
doğruluk ve adalete, güzellik ve mutluluğa taşımaya bir vesile olacaktır.